TÜRK FELSEFÎ DÜŞÜNCESİNİN SORUNLARININ SAPTANABİLMESİ İÇİN BİR MODEL ÖNERİSİ

TÜRK FELSEFÎ DÜŞÜNCESİNİN SORUNLARININ SAPTANABİLMESİ İÇİN BİR MODEL ÖNERİSİ

TÜRK FELSEFÎ DÜŞÜNCESİNİN SORUNLARININ SAPTANABİLMESİ İÇİN BİR MODEL ÖNERİSİ

 

Başlangıcından bu yana, olanca sorunlarıyla ve çözüm denemeleriyle gelen felsefeye, Türkçeden, Türk toplumunun içerdiği ya da gebe olduğu yaşama bi­çimlerinden geçerek, bu toplumun kendine özgü kültüründen, duyarlığından, dünyaya bakışından etkilenerek, bir anlamıyla Türkiye’yi yaşayarak yapılan, ya­pılmaya çalışılan katkılara, Türk Felsefî Düşüncesi diyorum. Böyle bir katkı, salt Doğu ya da Batı felsefesini zenginleştirip, derinleştirmekle kalmayacak, ayrıca, Türk Kültürünün gelişmesine, özgünlüğünün fark edilmesine ve yaratılma­sına yardımcı olacaktır. Bize özgü felsefî düşünce, bir yandan, geçmişin ve şimdinin araştırılıp irdelenmesiyle keşfedilecek, diğer yandan yaratıcı çalış­malarla bizim icadımız olacaktır.

Burada, dar görüşlü bir kültür-merkezci, “ethno-centric” şovenliği savun­muyorum. “Ben neredeyim?”, “Kimim?”, “Ne yapabilirim?”, “Nasıl yapabili­rim?” sorularını dert edinmiş bâzı felsefecilerin, kendi toplumlarının kültürü içinden felsefe sorunlarıyla baş etmeye çalışırlarken, karşılarına çıkacak, çıkmış zorlukların tartışılmasına, bâzı temel inançlarımdan (Örneğin, “Türkçeyle, Türk kültürüne özgü yaratmalar olanaklıdır”, bunlardan biri.) kalkarak, birkaç öneri­de bulunmak istiyorum. Oluşturulacak Türk felsefi düşüncesi, her şeyden önce, bu konu üstünde düşünmeye çalışarak, savlar görüşler ileri sürülerek, eldeki görüşlere eleştiri getirilerek başarılabilir.

Bugün dünyadaki felsefe tartışmalarının gündemini belirleyen, kitapları, dergileri, tartışmaları yönlendiren merkezler var. Yazık ki, biz bu merkezlerden birinde değiliz. Biz çevredeyiz. Bu anlamda, çevre ve merkez ilişkisi üstüne, ge­nel çizgileriyle şunlar söylenebilir.

  1. Çevredekiler merkeze ulaşmaya çalışır. Birikimlerinin ve yeteneklerinin yetersizliği yüzünden ulaşamazlar. Böylece, ya taklitçiliğe kalkarlar ya da kendi içlerine kapanır, merkezden iyice koparlar. İki durum da olumsuzdur. Merkez­le hesaplaşmadan, merkezi özümseyip, süzgecimizden geçirmeden yarada olmayız.
  2. Merkez, çevreyi içine alır, yutar, sindirir. Çevreden merkeze felsefeciler göçer; merkezin sorunlarını, görüşlerini benimserler, merkezin çalışkan birer işçileri olurlar. (Son yıllarda, yurt dışına felsefe dalında doktora yapacak öğren­ciler gönderiyoruz. Hangi öbeğe girecek onlar, işlerinde “başarılı” olurlarsa?) Bu ilişkiye tümüyle olumsuz diyemiyorum. Genel anlamıyla, başka kültürün belirlediği felsefeye de olsa, katkı, katkıdır. Felsefenin “evrensel” denilen so­runlarına, ülkesiz bir felsefe eri olarak erişip, çözümler getirebilmek, ulusların kültürleri arasındaki duvarların yıkıldığı baş döndürücü iletişim çağında, anlam­sız sayılmasa gerek. Felsefeyi bilim ve sanat arasında bir yerde gördüğüm için, merkezin “aferin budalası” olma durumuna düşmenin tehlikesini belirtmek iste­rim. Hemen söylemeliyim ki, bu “tehlike”, Türk felsefî düşüncesi diye bir ça­baya saygısı olanlar içindir, yoksa, kendini dünya vatandaşı olarak algılayanlara söyleyecek sözüm yoktur. Dünyalarında yürüdükleri yolda başarılı olmalarını dilerim.
  3. Çevre, merkezin oluşturduğu tartışmalara, merkez içinde kalarak, seçe­nekli (alternatif) çözümler getirebilir. Merkez odaklar oluşturabilir. Yani mer­kezde söz konusu çevrenin adı geçer. Bu durum, yukarıdaki, 1. ve 2. durumla­ra göre, görece olarak daha olumludur. Birçok üçüncü dünya ülkesinde felsefe, bu aşamalardan birinde bulunmaktadır. Türkiye’nin ne durumda olduğunu bu yazımda tartışmayacağım.
  4. Çevrede, merkezin görüşlerine karşı görüşler oluşturulur. Merkezin etki­sinde kalınmasına rağmen, merkez dışı odaklar ortaya çıkar. Baltık ülkelerinde ve Almanya’da yaşayan, doğrusu buralardan Amerika’ya göçmüş ya da zama­nının bir bölümünü Amerika’da geçiren felsefecilerin durumu, buna örnek ola­bilir.
  5. Çevre öylesine güçlüdür ki, bir merkez durumuna gelir, diğer merkezle­ri etkiler, kendine çeker (Viyana Çevresi felsefecileri gibi). Burada, çevreyle merkez ilişkileri, “coğrafî” bir konumda değil de, düşünce kaynağı olma, etki­leme, etkilenme ilişkisi olarak görülmeli.

Eksik ve gediği ile bu düşüncelerimde dayandığım temel inançlarımdan bi­ri de şu: Felsefenin birbirini karşılıklı etkileyen ama yine de birbirinden ayrı, ve dış işleyişi vardır. İç işletiş, sorunların, kavramların, çözüm önerilerinin, onları oluşturan dilden, tarihten, coğrafyadan, toplumsal, politik yapıdan, felsefeci­lerin biyo-psikolojik niteliklerinden bağımsız bir kurgusunun olanağı demek. Örneğin, Eski Yunanistan’da ortaya atılmış bir felsefe sorununun, felsefeciler­den ve onların toplumlarından ve kültürel ortamlarından bağımsız olarak, salt kavramsal ilişkilere dayandırılarak, incelenebileceğine inanıyorum. (Birçok şeyi, ne denli ıskalarsa ıskalasın!) Dış işleyişten ise, bu iç işleyişi sarıp sarmalayan, tümüyle olmasa da, zaman zaman büyük ölçüde belirleyen, fiziksel, psikolojik, sosyolojik, tarihsel tüm kültürel ve kültürel olmayan (doğal) etkileri anlıyorum. Dış etkilerin farkına varılıp, kavramlaştırılır ve felsefe çalışmalarının içine katı­lırsa, bu etkiler iç işleyişin bir parçası olabilirler. (Bilgi sosyolojisi açısından da­yanaklarımı burada tartışmayacağım.)

Şimdi, kavramların birbirleriyle olan içsel ilişkileri içinde tartışılmasına iç-felsefe diyorum. Örneğin, Kant’ın “Sentetik - a priori yargılar nasıl olanaklıdır?” sorusu, bir iç-felsefe sorusudur. Bu iç-felsefe sorunlarının tartışılmasında, orta­ya atılan görüşler, yöntemler, oluşturulan kavramların sorgulanması, iç-felsefe üstüne bir iç felsefe geliştirebilir; buna, üst-felsefe diyorum. Üst-felsefe de bir iç-felsefedir. Birçok felsefe tartışmasında bu alanı ayırmak çok zordur, kimi za­manda gereksizdir.

İç-felsefe, kavramsal alanda, içsel olarak, bu üst-felsefeden, bir anlamda kendi kendisinden etkilenir.

İç-felsefeyi etkileyen dış etkilere gelince: Bunları üç öbekte toplayabiliriz.

  1. Alt-etkiler: Tüm tarihsel, toplumsal, biyo-psikolojik, siyasal, ekonomik, çevresel etkiler, bu öbeğe girer. Bu etkiler, henüz kavram alanına girmeyip, ol­gusal düzeyde olabilir. Bu etkilerin felsefesine alt-felsefe diyebiliriz. Örneğin, K. Marx ve S. Freud’un, Lazerowitz’in düşüncelerini, bir anlamda, alt-felsefe sayabiliriz.
  2. Ön-etkiler: Alt-etkiler, tek tek bireyleri aşan, toplumsal, doğal, tarihsel özellikler taşıyan etkilerdi. Ön-etkiler, birey olarak, tek tek, felsefecinin çıplak ve ham felsefelerinden kaynaklanır. Her felsefeci, özellikle yaratıcı olabilmiş felsefeci, ben’inde toplumunu (kültürünü) ve ortaklaşa yaşayan dünyayı taşır.

Şekil I. Felsefenin felsefecide odaklanışı.

                                                     

Şekil I, anlatmaya çalıştığım yapıyı bir yanıyla açıklamama yardımcı olabi­lir. Ben, özgün, görüşler taşıyan felsefecinin, zihinsel, ruhsal, kişiliği, içinde, ko­nuştuğu dilin, yetiştiği çevrenin özelliklerini barındırır. Ben’deki biz’dir bu. Bu biz’in içinde, tüm toplumlarda ortak olan hepimiz taşınır. Burada, bendeki top­lum, benim süzgecimden geçmiş toplumdur, dünya da, benim ve toplumun et­kisiyle dönüşüme uğramış bir dünyadır. Her ben’in içinde, bunlar farklı olacak­tır, olağan ki. Evrensel olanı (dünyayı) yerel olanın içinde görüyorum.

Bu açıdan benim çıplak felsefem, henüz iç-felsefe kavramlarına kavuşma­mış, ama onlarla çalışmamı bir ölçüde belirleyecek, biyo-psiko, biraz da psiko-sosyal özeliklerimi, tavırlarımı, kişiliğimi, huyumu suyumu, dünyaya henüz kav­ramlarla abartılmamış, çarpıtılmamış bakışımı, kimliğimi gösterir.

Ham felsefem, büyük ölçüde toplumsal varlığımı yansıtır; toplumsal ilişkile­rimi, politik tutumumu, ahlaksal (moral) değerlerimi, genel çizgileriyle eğitimi­mi gösterir. Hamdır, çünkü, naivdir, felsefenin içine girmemiştir. Felsefe öğren­meye başlamadan önceki, felsefecinin çıplak ve ham felsefelerini yakalamak, felsefenin içine girmeye hazırlanan hazırlık evresindeki (ön-felsefe ile iç-felsefe arasındaki aşama) bir felsefecinin bu ön-felsefesini (çıplak ve ham felsefesini) anlatmakta kolaydır. Birçok felsefeci, kendisini felsefenin içinde buluveriyor. Böylece ön-felsefesini unutuyor. Bu unutma, psiko-analiz açısında, acı duyulan, rahatsız olunan toplumsal-ruhsal yapılarının bastırılması (refoulement) olarak anlaşılabileceği gibi, ön-felsefeye önem vermemekten de doğabilir. Bana öyle geliyor ki, yaratıcı felsefeci, ön-felsefesini, kişiliğini, ruhsal açıdan zayıf yanları­nı, sorunlarını, toplumsal konumunu unutmak yerine, irdeleyip, eleştirebilen, açıkça sergileyebilen (itiraflarıyla!), belki de alaya alabilen biri olmalıdır. Tersi de doğru olabilir. Ön-felsefesini unutmaya çalışmanın gerilimiyle yaratıcı olabil­miş felsefeciler bulunabilir. (Wittgenstein bunlardan biri miydi acaba ?)

  1. Ard-etkiler: İç felsefede tartışılan sorunların, bireyler üstü alt-etkilerle, bireyler aracılığıyla getirilen ön-etkiler tarafından kuşatıldığını gördük. Ard-etkiler, iç-felsefe sonrası etkilerdir. İç felsefenin yaşayışımıza, kültürün diğer alanla­rına etkileridir. Bu etkilerden alınan tepkiler de yeniden iç felsefeyi etkileyebi­lir. Örneğin, varoluşçu felsefe, edebiyatı etkilemiş, edebiyat da yeniden varoluş­çu felsefeyi etkilemiştir.

Şekil II, iç-felsefe üzerindeki etkileri özetliyor. Her etkinin felsefesi yapıla­bilir. Örneğin, bu yazı bir ön-felsefe denemesidir. (Biraz da alt-felsefe mi de­meliyim ?)

Şekil II. iç-felsefe üstüne etkiler.

 

Peki, buraya dek çok kaba çizgileriyle anlatılmaya çalışılan yapı içindeki felsefeye, Türk felsefî düşüncesinin katkısı için ne düşünüyorum?

A) Şekil I’e bakılsın. İçindeki Türkiye’yle evrensel (Batı ?) felsefesine kat­kıda bulunacak felsefeci,  yaratıcılığına kişiliğinin (ben):  sorumluluğunun, göze aldığı risklerin, yürekliliğinin katkısını unutmayacak; bu açıdan, özgürlüğünü kültürüyle kazanacak, evrenselliğe (dünya) ulaşacaktır. Öyleyse, ideal bir felsefe eğitimi, öğrenciye bu üç öğeyi de kazandırmalı: felsefî kişilik, felsefî toplum­sallık, felsefî evrensellik. Felsefe öğrencisine,   kendini, toplumunu, dünyayı öğren, anla, irdele denmeli.

Yazık ki, bu üç öğe çoğu kez bir arada olmuyor. Felsefeci yalnız ben’den oluşabiliyor. Toplumundan ve dünyadan habersiz, nedense büyük filozof oluve­riyor. Yalnızca toplumu taşıyan felsefeci ise, taşralı, yüreksiz (ben’i yok!), silik, dünyadan uzak durumda. Yalnızca dünyayı öğrenmeye çabalayıp, kişiliğine ve toplumuna boş veren felsefe işçilerine ne demeliyiz?

Bu katmanlardan ikisine sahip olanlar ise:

  1. Dünyasız, ben-toplum katmanlarını taşıyanlar, taşralı donkişotlardır. El­bette gereklidirler. Kültürlerin donkişotlardan öğreneceği şeyler vardır.
  2. Toplumsuz, ben-dünya öğelerini taşıyan kişiler, dünya toplumunda yaşı­yoruz diyerek nerede yaşamaktadırlar acaba?
  3. Bensiz, toplum ve dünya katmalarına sahip felsefeci, öznel olandan ödü kopan, yaratıcılığın bu temel kaynağına sahip olamayan “nesnellik” düşkünü biridir.

(Felsefecilerin patolojisini bir başka yazımda daha ayrıntılı anlatacağım.)

B) Türk kültürünün felsefeye katkısının peşinde olan felsefeci, ön-felsefesinin farkına varmak, anlamak, yorumlamak, yaratmak durumundadır.  Bu da yaşama biçimini (çıplak felsefe), tanımakla gerçekleşebilir. Bir tehlike var bura­da: Bunları araştıra araştıra, hep ön-felsefe yapar durursunuz. (Kendimde bu tehlikeyi görüyorum.) Birçok Türk düşünürü buralarda kalmıştır. Ön-felsefe, iç-felsefeye katkıda bulunmak içindir. Belki de bir süre, hazırlık evresi için biri­kime gerek vardır. Kendinin ve toplumunun üstüne üstüne gidebilen, saklamayan, psiko-analiz ve sosyo-analizi kullanabilen kişilere gerek vardır.

C) Alt-felsefe çalışmaları, Türk Kültür tarihinin toplumsal-politik yapısının araştırılması, Tanzimattan bu yana sürdürülüyor. Bu çalışmaların derinleştirilip zenginleştirilmesi, Türkiye’de felsefe çalışmalarının artması için kaçınılmazdır.

D) Ard etkileri irdeleyecek, felsefeyi yaşayışımıza taşıyacak felsefelere, fel­sefecilere, sanatçılara, kültür adamlarına gerek vardır. İç felsefe, yaşamımız yerini almadan gelişemez.

Bu yazımın amaçları açısından, yukarıda A, B, C, D şıklarında saydığım nok­taların kurcalanması, Türk Felsefi düşüncesinin sorunlarının daha iyi anlaşılma­sına yol açacaktır. Umuyorum.

31 Ocak 2020, 23:34 | 777 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*