ÜLKEMİZDE CUMHURİYET DÖNEMİNDE FELSEFENİN YAŞAMA DÜNYASINDAN BESLENMESİ ÜSTÜNE

ÜLKEMİZDE CUMHURİYET DÖNEMİNDE FELSEFENİN YAŞAMA DÜNYASINDAN BESLENMESİ ÜSTÜNE

ÜLKEMİZDE CUMHURİYET DÖNEMİNDE FELSEFENİN YAŞAMA DÜNYASINDAN BESLENMESİ ÜSTÜNE


Felsefe eğitiminin yaşadığımız hayatla bağlantısını ve felsefeyle uğraşan insanın kendi kişiliğini düşündüğümüzde, felsefeyle uğraşan insanın, kendi iç dünyası, karakteri, eğilimleri, bilgisi, içinde yaşadığı yaşama dünyası, kültürü ve hikmeti içinden bakılarak felsefeyle temas etmesi sağlanmalıdır. Benim 30 yıllık felsefe hocalığım içerisinde gözlemlediğim ilginç durumlar vardır. Meselâ felsefeye başlayan arkadaşların bir kısmı kendine yakışan felsefi ilgileri bilmiyorlar. Uygun ortamlara düşmedikleri, birlikte çalıştığı hocalar uygun düşmediği için, kendilerine yakışmayan, içinde bulunmaktan rahatsız oldukları veya giysiye benzetirsek, üzerlerine tam oturmayan felsefeyle meşgul oluyorlar. Örneğin hiç mantık yeteneği olmadığı halde kendini mantıkçı sanan, mantık felsefesi yapmaya kalkan ve orada vasati bir insan olarak kalan, vasati bir akademiysen olmaktan ileri gidemeyen veya aklı veya yetenekleri, çözümleyici felsefeye ermediği için Heidegger’i anlayabileceğini sanan, o doğrultuda felsefe yapmaya çalışıp Heidegger papağanlığı yapanlar var. Yine Türkiye ve dünyada yapılan ve yaygın olan felsefe etkinliklerine katkıda bulunamayacağını düşünüp, belki onları yeterince anlayamadığı için, tamamen yol değiştirip Hegelci olmaya kalkan ama Hegel’i besleyen kültürün hiçbir zaman farkında olmadığından bir Hegel papağanı olmaya eğilimli arkadaşlarımız var. Bütün Hegel’le uğraşan arkadaşlarımı burada tenzih ederim, bizim Eyüp Ali Kılıçaslan gibi Hegel yaşayıp, Hegel yatıp Hegel kalkan çok sevdiğimiz çok değerli arkadaşlarımız var. Ama genç arkadaşlarda bu çeşit eğilimler görüyorum; bir çeşit kaçıp, sığınacakları filozoflar arıyorlar.(Kimden neden kaçıyorlarsa!) Dolayısıyla felsefeyle uğraşmak, kişiliğimizi ve kendi olanaklarımızı keşfetmekle ilgili bir şeydir. Felsefe yapacağım diyen bir arkadaş kendini tanıyıp benim yolum bu değilmiş, şuymuş diyebilmeli. Belki gençken çok değişik felsefe yollarına, anlayışlarına açık olup, ihatalı bir felsefe bilgisiyle kendini donattıktan sonra hangi yola gidecekse gitmeli diye düşünüyorum. Çok erkenden kendini daraltan arkadaşlar vardır. Amerikan felsefe eğitiminde de bu var. Hocalar git gide daraldığı için. Çünkü daralmazsa makale yazamıyor, inceldikçe incelen makalelerin yayınlandığı dergilerin yaygınlaştığını görüyoruz. Bu dergilerde görünen felsefi çalışmaların akademik dereceyi yükselten özellikler taşıdığı sanılıyor.
Elbette onlara saygımız vardır, bu tip incelmiş çalışmaların felsefeye elbette katkısı olabileceğini düşünüyorum ama bizim gibi ülkelerde o tür incelmiş çalışmalara körü körüne katıldığınız zaman hikmet desteğini unutmuş oluyorsunuz. Hikmet desteğini almak elbette şart değildir. Size yakışmıyorsa, siz o tip bir felsefe yapmayacaksanız yapmayabilirsiniz. Ama buralı olmak, Anadolulu olmak, Türk dilini konuşuyor olmak demek, Türk kökenli olmak değildir. Bu ülkeye borcu olduğunu düşünen insanlar hikmet kaynaklı bir felsefe yolunda yürümeyi seçebilirler.
Hikmet kaynaklı felsefeyle din kaynaklı felsefeyi kastetmiyorum, hikmeti burada daha çok seküler bir anlamda kullandığımı bir kez daha söyleyeyim. Elbette dindar bir arkadaş hikmeti kendi doğrultusunda anlayabilir ama ben dindar olmayan biri olarak hep belli bir yaşama dünyasını anlıyorum. Bu dünyada yaşamış âlimler sufi olabilirler, derviş olabilirler, farklı dinden olabilirler, çünkü bu topraklarda Yahudi, Ermeni, farklı inançlarda insanlar yaşamış, Bütün onların hepsinin kültür dünyamızın derin hikmetine katkıları var.
Hikmet kaynaklı felsefe, ortaya çıktığı kültürün kendi yaşama dünyasından beslenen felsefe anlamındadır. Batı bunu zaten yapıyor. Batının ateisti de Hıristiyan'ı da kendi yaşama dünyasından beslenmiştir. Camus bir Hristiyan ateisttir, Marx öyledir. Marx, Yahudi kökenli olmasına rağmen bence tipik bir Hıristiyan yaşama dünyası içinde bakmıştır meseleye. Çünkü kurtuluş kavramı Hıristiyanî bir kavramdır. Bunlar, yaşama dünyası dediğimiz dünyada çoğumuzun farkına varmadan küçük yaşlarda edindiğimiz, yemek yerken, annemizle, babamızla, öğretmenle konuşurken, televizyon seyrederken, örtük bilgiler, dile getirilmemiş bilgiler olarak bize ulaşıyor ve felsefi bilinçdışımızda yer ediyorlar.
Bu dünyanın cumhuriyet döneminde ülkemizdeki felsefeye etkisini irdelemeye çalışalım. Böylece, hem bu kavramı biraz olsun açık kılmaya çalışmış hem de Cumhuriyet Döneminde ülkemizdeki felsefeyi değerlendirmiş oluruz. Bu amaçla aşağıdaki gibi bir kavramsal modeli kurmaya uğraşacağım.
BEŞ YILDIZLI FELSEFE DEVİNGENLİĞİ
Felsefe devingenliğini, sanki bir yıldızın köşelerindeki noktalarla dile getirilebilecek, her biri beş öğeden oluşan beş yıldızla modelliyorum. Bu yıldızların adları, sırasıyla; Felsefe oluşumu yıldızı, Felsefe donanımı yıldızı, Felsefe devinimi yıldızı, Felsefede özümseme yıldızı, Felsefede devindiriciler yıldızı.Bunlara kısaca sırasıyla, Oluşum yıldızı, Donanım yıldızı, Devinim yıldızı, Özümseme yıldızı, Devindiriciler yıldızı da diye biliriz. Beş yıldızlı yapının
ilk yıldızıyla başlayalım. (Yıldızların yapısı hakkında görsel bir fikre sahip olmak için yazının sonundaki beş yıldız şekline bakınız.)
Oluşum Yıldızı, felsefenin “düştüğü” topraklarda can bulabilmesini olanaklı kılacak beş özellikten oluşuyor. O kültürün insanlarının felsefeye ayıracak zamanları, tartışılabilecek ortam ve çevreleri yaşamlarını sürdürebilecek, geçimlerini sağlayabilecek destekleri olması gerekir. Özgür, özerk düşünmeye çalışan insanlara değer verecek, hiç değilse düşünce etkinliklerini kısıtlayıp, yasaklamayacak siyasal gücün varlığı gerekli. Demek ki, toplumsal, ekonomik yapı felsefeye omuz vermiyorsa, felsefî toplumun o kültürde çiçek açabilmesi zorlaşır. Felsefe gönüllüsü insanlar düşüncelerini iletebilip, geliştirebilecekleri dil gücüne sahip olmalılar. Bir kültürün felsefe oluşumlarının olmazsa olmaz koşullarından birisi, o kültürün dilinin ve o dille ortaya çıkmış düşüncelerinin felsefe üretimine uygun bir yapı taşımasıdır. İşlenmiş, yoğrulmuş, soyut kavramlardan, kavramlar arası ilişkilerin ifâde edilebileceği sentaks, semantik ve pragmatikten yoksun bir dil, o kültürde felsefeyi taşıyamaz. Bir dilin yaşayamadığı, kendi yaşama dünyasından (Lebenswelt) devşiremediği sözcükleri üzerinde, düşünce iğreti durur.
Demek ki, kültür böyle bir dilin yapılandırılmasına fırsat verebilecek folklor malzemesinden, sanat ve edebiyat ile donatılmış olmalıdır.
Kültür yalnızca felsefeyle düşünmez, bağrında felsefeyle bağ kurabilen ya da kuramayan farklı düşünceler taşır. Önemli bulduğum bir bölümünün adlarını sıralayabilirim:
1. Toplumsal Düşünce,
2. Siyasal Düşünce,
3. Tarihsel Düşünce,
4. Teknik-teknolojik Düşünce,
5. Ekonomik Düşünce,
6. Bilimsel Düşünce,
7. Edebî Düşünce,
8. Sanatsal Düşünce,
9. Folklorik Düşünce,
10. Dinsel Düşünce,
11. Günlük Yaşam Düşüncesi,
12. Bilgelik (hikmet) Düşüncesi,
İlk altı düşünce biçimi, daha çok o kültürün geçmişiyle, diğer kültürlerle bağ kurarak alt yapı sorunlarını çözmesine, çevresini denetlemesine yardımcı olur. Sonraki iki düşünce biçimi, kültürdeki estetik bakışın yansıdığı düşüncelerdir. Son dört düşünce biçimi ise, günlük yaşamda yoğunlaşan inanç ve değerlerle ilgilidir. Bu düşüncelerin birbiriyle ve felsefeyle yoğun bağları vardır. Bir kültürde felsefenin oluşumunda, düşünceler arası akışın, düşüncelerin felsefeye destek verici özellikler taşımasının önemi vardır.
Toplumsal-ekonomik yapı, dil-düşünce ve sanatın felsefeye alan yaratabilecek özellikler kazanmasına destek verebilecek durumda olmalıdır. O toplumun sahip olduğu inanç düzeni, ahlak ve estetik alanda geçerli olan değerleri, felsefeyi tehlikeli buluyor ve bir tehdit olarak görüyorsa, felsefenin ortaya çıkışında güçlü bir engel var demektir.
Özetlersek, toplumsal-ekonomik yapı, dil-düşünce, sanat, inanç ve değerler felsefe oluşumunun önemli koşullarını oluşturuyorlar.
Bir kültürde oluşumunu bir ölçüde tamamlayıp, ortaya çıkan felsefenin varlığını nasıl anlarız? Bir kültürde felsefe var mı, yok mu? Bunu görebilmenin ölçütleri donanım yıldızıyla veriliyor.
Felsefe donanımı, dilsel birikim, işlenmiş felsefe dili olmaksızın ortaya çıkmaz. Dil-düşünce birliği, bu birliğin felsefî çözümlemelere, yorumlara uygun yapısı donanımın ilk öğesini oluşturuyor. Bir kültürde felsefe donanımı olduğunu ve o kültürün dilinden, diliyle işlenmiş yukarıda 12 çeşidinin adını saydığım düşüncesinden anlıyoruz. İkinci olarak, bu dil ve düşünceyi harekete geçirebilecek donanım özelliği, kurumlar, topluluklar ve etkinliklerdir. Felsefe bir etkinliktir, düşünme ve eylemdir. Çünkü; birlikte tartışmalar, etkileşmeler içinde ortaya çıkar. Bu etkinlikler olanak sağlayacak toplumsal ortamın, politik düzenin olmaması durumunda, o kültürde felsefenin can bulma şansı ortadan kalkar.
Dil, düşünce, toplumsal, toplumsal-ekonomik koşulların uygun olması, felsefe donanımının üçüncü koşulunun yerine getirilmesiyle pekiştirilmiş olur. Düşünürlerin varlığı, filozofların ortaya çıkışı. Filozoflar o kültürün olanakları çerçevesinde kendi düşünce güçleri doğrultusunda ürünler verirler, ürün vermeye uygun bir yaşam biçimi içine girerler. İşte, felsefe donanımının dördüncü öğesi, filozofların üretimi gerçekleştirebilecekleri, felsefede ürünler ortaya koyabilecek, felsefe yapabilecekleri felsefî yaşam biçimidir. Bütün bu dört koşulun, felsefe donanımının dört öğesinin hedeflediği son koşul son öğe üründür. Felsefî düşüncenin düşünme etkinliği içinde ortaya çıkan yazılı ürünleri. Elbette, salt felsefe etkinliği içinde tartışarak, düşünceler geliştirerek, etkileşerek yaşamış ama ürün vermemiş filozoflar da felsefe etkinliğine katkıda bulunabilirler, felsefe donanımının bir parçası olabilirler.
Felsefe oluşumunun gerçekleşmesi o kültürün felsefe donanımını meydana getirir. Oluşumunu donanıma dönüştürebilmiş yada dönüştürmeye çabalayan bir kültürdeki felsefe hareketleri felsefî devinim nasıl betimlenebilir? Bu devinimin yapısının açıklanmasında dayandığımız kavramlar, felsefenin üçüncü yıldızını, devinim yıldızını oluşturuyor. Felsefenin devingenliğini oluşturan devinimler, felsefe alanı içinde bulunuyor. Felsefe alanını bir düzlem olarak kâbul edersek, felsefe alanının altında farklı düzlemlerin bulunduğunu, bu düzlemleri düşüncelerin oluşumuna katkıda bulunma anlamında besleyeninse yaşama dünyası tabanı olduğunu söyleyebiliriz. Felsefe alanı, her kültür tarafından çevre çizgisi ile bölünür. Çevre çizgileri o kültürün yaşama dünyasından aldığı pay ölçüsünde iç alanlar oluştururlar. Bu iç alanlar, yaşama dünyası tabanı ile felsefe alanı arasında bulunan, farklı düşünce düzlemleri (bunlardan on ikisini oluşum yıldızını anarken saymıştık.) felsefe öncesi yapıyı, ön felsefeyi oluşturur. Yaşama dünyası tabanı ile felsefe alanının merkezi bir koni oluştururlar. (Bkz. Şekil 6). Felsefe alanı merkezi, yaşama dünyası tabanından beslenir, koni, yaşama dünyası konisi diyelim ona, düşünce düzlemlerinden geçerek, onlardan devşirerek merkeze ulaşır. Demek ki, felsefe öncesi, hem Edmund Husserl anlamında yaşama dünyası ile, felsefe dışı düşünme tarzları ve düşünce biçimlerinin bir aradalığı felsefe öncesi yapıyı yada bir başka söyleyişle o kültürdeki ön-felsefeyi ortaya çıkarır.
Birçok kültürde tarih boyunca ve çağdaş dünyada felsefe adı altındaki yapılıp edilenler gerçekte ön-felsefedir.
Felsefe alanı iç ve dış alan olarak çevre ile ayrılıyordu. (Şematik olarak çevre çizgisi ile) çevre iç alanı kapatırsa, kapalı bir iç alanı oluşur. Çevre ile kapatılmış, çevrelenmiş iç alanı, o kültürdeki felsefî devingenliğin bir işaretidir. Öyleyse felsefenin şu ana dek dört öğesinden söz etmiş olduk. Dış alan, iç alan, taban (yaşama dünyası tabanı ve felsefe dışı düşüncelere kısaca taban diyorum ön-felsefeyi oluşturuyorlar.) Dış alan diğer kültürlerdeki felsefe devinimlerinin tümüdür, iç alan o kültürdeki akademik olmayan felsefe etkinliklerini gösteriyor. Çevre iç alanla dış alan arasındaki sınırı belirler, çağımızda bizim gibi ülkelerde akademik ortamlarda yapılan felsefe çevre içindedir. Son kavramımız merkez kavramıdır; merkez, iç alanda, o kültürden, o kültürün tabanından güç alan bölgesidir. Merkez, özgün bir felsefedir, çevreyi aşan felsefe alanının tümüne yayılan felsefe gerilimlerinin oluşturulduğu yerdir. (Felsefe gerilimi; gerek iç alanda gerekse dış alanda devingenliğini sağlayacak,düşünme biçimleri, görüşler, kavramlar, tartışmalar, akıl yürütmeler, çıkarımlar, yorumlar..) Merkezden kaynaklanan üretimler, o kültürün içindeki evrenselliği diğer kültürlere, felsefe iç alanına yayarlar.
Dördüncü felsefe yıldızı, özümseme yıldızıdır. Felsefede özümseme, çoğunlukla merkezden üretim yapamayan iç alanlar için söz konusudur. Kültür felsefede oluşumunu bir ölçüde tamamlarsa, “dışarıdan” diğer merkezlerden gelen felsefe devinimlerini, gerilimlerini gözden geçirir, ön değerlendirmeye alır. Ön değerlendirme her zaman bilinçli oluşmaz, felsefenin düşünceleri her zaman denetim altında tutulabilecek düşünceler değildir. Felsefe ile “karşılaşma” her zaman bilinçli değildir. Felsefe, farklı görünüşleriyle o kültürün önüne çıkabilir. Örneğin; Batı Düşüncesi, Komünizm, Emperyalizm, Dinsizlik gibi... bu felsefe hakkında “önyargılar, öndeğerlendirmeler”, o kültüre felsefenin alındığının, alınmaya başlandığının işaretleridir. Alma ve öndeğerlendirmenin “ardından” (bu “ardından” sözünü olgusal, tarihsel anlamıyla almamak gerekir. Modelimiz kavramsal bir modeldir, “empirik” bir model değil!) “Sindirim” süreci başlar, alınan felsefenin öğrenilme, anlaşılma evresidir bu, özümseme yıldızının üçüncü öğesini oluşturur. Sindirilen “bilgiler”, görüşler eleştirsel süzgeçten geçirilerek, işlenip felsefe yıldızının dördüncü öğesini ortaya çıkarırlar. Özümsemenin son noktası üretimdir, alınan düşüncelere katkıdır, elbette bu katkı değişik biçimlerde gerçekleştirilir.
Son yıldız felsefe de devinimi sağlayan felsefecilerle ilgilidir. Felsefede devindiriciler adını verdiğim yıldız, beş ayrı felsefeci tipini anlatır. Bu tipler; dış felsefeyle, dıştan gelen felsefeyle karşılaşmış, kültürde felsefeyle ilişki kurmuş kişilerdir.
Bu devindiricilerden ilki aktarıcıdır. Aktarıcı, dıştan beslenen felsefeyi “alıp” içe taşıyandır. Dış felsefe bilgisini içe aktarır, çeviriyle; tanıtıcı yazılar, kitaplar yazarak. Aktarıcılar, dışardan felsefenin taşınmasını sağlarlar. Yayıcılarsa, aktarılan felsefeyi iç alanda yaygınlaştırmaya çabalarlar. Günümüzde, hemen her kültürde bu iki devindirici örneğine rastlıyoruz. Devşiriciye gelince, yeterince dikkat edilmemiş bu felsefeci, aktarıcının dıştan içe, yayıcının içten içe, çevreden içe yönelmesine karşılık içten çevreye doğru çalışır. O kültüre özgü iç alanı çevreye (akademik alan!), çevreden dışa yaymaya çalışır. Devşiricilerin ön felsefe ile bağlantıları yoğundur, oradan çevreye gerilim taşımaya, felsefe aktarmaya çabalar.
Katkıcı, çevreden çevreye, çevreden dışa yönelir. O kültürdeki akademik etkinliklere, dışarıdaki çalışmalara özgün yayın ve görüşlerle katkıda bulunur. Yıldızın son halkası filozoftur. Filozof, merkezden içe ve dışa yönelen gerilimler üretip gönderen bir felsefecidir. Merkezde oluşu, tabanla bağ kurabileceğini gösterir. Dışı ve içi etkiler.
Beş yıldızlı felsefe devingenliği modeli Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ki felsefeyi değerlendirmek için bize ip uçları verecek.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE
Cumhuriyet döneminde felsefe, Türkiye’de Osmanlıdan kalan bir ön felsefe üstüne geldi. Ön felsefe, kavramlara bulaşmamış yaşama dünyası ile felsefe dışı düşüncelerin oluşturduğu bir kültür alanıydı. Neydi bu ön felsefenin ana hatları? Folklorik, dinsel, bilgelikle ilgili (hikmetle ilgili, edebî), sosyal, siyasal, tarihsel düşünme çabalarının yoğurduğu bir geçmişi taşıyordu, bu ön felsefe. Kültürümüzün İslam öncesine dek uzanan zenginliğinde, Türk dilinin masallarda, destanlarda, türkülerde, şarkılarda ortaya çıkmış yapısı içinde bu topraklarda yaşayan insanımız, yoğun bir tasavvuf düşüncesi ile yoğrulmuş; mimarî, hat ve tezhip sanatıyla, divan şiiriyle, saz eserleri ve şarkılarla düşünmeye çabalamıştır. Bu ön felsefe, batıda yüzlerce sene önce oluşturulmuş, değişik serüvenler içinde işlene işlene geliştirilmiş felsefeyle karşılaşmadığı için, kendi içine kapalı ama belli bir çerçeve içinde incelikler ve derinlikler taşıyan bir özellik göstermiştir.
Osmanlının son dönemlerinde teknolojiyi edinme gereği ön felsefenin batılı anlamıyla bilimle karşılaşmasına yol açmış, giderek bütünlüğünü korumada zorlanan imparatorlukta milliyetcilik akımları başlamış, ön felsefe taşıdığı geleneksel, dinsel düşünce yoğunluklu ön yapısı, “biz kimiz?” sorusuyla kimlik sorunlarının tartışılmasını taşır olmuştu. Batı düşüncesi özellikle askerlik alanında, teknolojiyle, tıpla gelmiş; buna bağlı olarak ön felsefede materyalist, pozitivist, pragmatist düşünce kanallarının açılmasına yol açmıştı. Giderek batı düşünce tarihi, Schopenhauer, Nietzsche gibi düşünürler, derinliğine olmasa da tanıtılmaya çalışılıyordu. Hızlı bir bilgi yayma çabası, gazete ve dergilerde kendini gösteriyordu. Dinsel düşünce kendini yenilemeye çalışıyor, kendine felsefeden destekler geliştirmeye çabalıyordu. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen son yüzyıl, büyük arayışların, çalkantıların, çatışmaların yaşandığı yüzyıldı. Batıcılık, İslâm Düşüncesi, milliyetçi görüş, kendi kimliğini, bağımsızlığını arayan bir kültürün ön felsefedeki dalgalanmalarını oluşturuyordu. Felsefe eşikte bekliyordu. Ön felsefe, felsefî dönüşümler yaşayamıyordu. Çoğunlukla Fransızcadan aktarılan felsefe metinleri, “iç alan”da etkili olamıyordu. Felsefenin iç alanı ne yaşama dünyası tabanına ulaşabiliyor ne de felsefe dışı folklorik, dinsel, bilgeliğe dayanan, edebî, toplumsal, siyasal, tarihsel düşüncelerle bağlar kurarak felsefe atılımları yapabiliyordu. Felsefe, ön felsefeye dışarıdan eklenmeye çalışılıyor, dünya görüşlerini desteklemek, meşrulaştırmak için kullanılıyordu. Gazete ve dergilerde siyasal, ekonomik, toplumsal yanıyla hızla değişen bir kültürde, felsefe adına çala kalem, telâş içinde çalışmalar yapılıyordu. Felsefenin kaynakları tarihi, onu besleyen bilimsel ve sanatsal düşünce iyi bilinmediği için Cumhuriyet öncesi akademik kurumlarındaki felsefe de ön felsefeden tam kopmamış bir hâlde, malumat aktarımı biçiminde gerçekleştiriliyordu.
Cumhuriyette felsefe daha çok çevrede, akademik kurumlarda toplandı. Devraldığı ön felsefenin yapısı gereğince incelenmedi, hâlâ üzerine yapılabilecek yaratıcı yorumlarla canlandırılmayı bekliyor. Ön felsefedeki düşünce akışları, bir boyutuyla düşünce ırmakları, kendi yarattıkları içinde akışlarını sürdürdüler, teknik-teknolojik, bilimsel düşünce özellikle çevrede geliştirilmeye çalışıldı, ekonomik düşünceye hız verildi, edebî düşünce gücünü yitirmedi. Felsefenin üç alanı dışarıya açık tutulduğu, çevrede çoğunlukla içle ilgisiz bir alanda çalışılması gerektiği düşünüldüğü için, ön felsefe ile bütünleşmesi yaşanamadı. Dinsel düşünce de, batının
yorumlarına karşı kendi yorumlarını yeterince geliştiremedi. Toplumsal, siyasal düşünce, gazete ve dergi yayınlarının, medyayı kullanabilenlerinin savaş alanına bırakıldı.
Geliştirdiğim beş yıldızlı model açısından bakıldığında, bu yazının sınırları içinde Cumhuriyet Dönemi felsefemiz için değerlendirmeleri tek tek düşünürlere ve yapıtlarına girmeden, genel çizgileriyle ilk yıldızdan başlayarak gerçekleştireceğim.
1. Oluşum Yıldızından Bakınca Durum
Felsefenin oluşması açısından çevre (alt yapı, ekonomik, fiziksel, toplumsal, siyasal, kültürel koşullar) ve ortam (düşünce) hazır mı Türkiye’de?
Cumhuriyet öncesine göre, oluşum koşulları daha hazır durumda; Felsefî düşünceye omuz verecek toplumsal, siyasal, tarihsel, teknik-teknolojik, ekonomik, bilimsel düşünce gerek iç alanda gerekse çevrede (akademik yaşamda) gelişmiş durumda. Gerek mühendislik gerekse tıp alanında, iç alandaki birikimler azımsanmayacak güce sahip; doğa bilimlerinde araştırmalar belli ölçülerde yapılabiliyor; sosyal, siyasal bilimcilerimiz boş durmuyor; dünyayı ve kendimizi, dünyadaki yerimizi sorgulayabiliyoruz. Türkiye yeniden gün ışığına çıkarılmaya çalışılıyor. Edebiyat ve sanat alanında yaratıcı ürünler verebiliyor; kavramlar oluşturulmaya çabalanıyor; folklor zenginliklerimiz, türkülerimiz, mânilerimiz, ninnilerimiz, destanlarımız, oyunlarımız gözden geçirilmeye çalışılıyor. Theologlarımız (bir bölümü!) henüz dünya theoloji litaratürüne pek katkı yapmasalar da, içten bir arayış içindeler. Kültürümüzde yatan bilgelik düşüncesi, değişik bilim dallarında incelenmeye, derlenip toparlanmaya, yeniden yorumlanmaya uğraşılıyor. Felsefe bahçesinin yeşerebileceği toprak hazır. Ön felsefemiz çok iyi bilinmese de, şu anki araştırmalara destek olabilen özelliğini yitirmemiş. Belki anket yapılsa görülecek, halk (biraz okumuş, yazmışları elbette) felsefeye çoğunlukla sıcak bakıyor!
İnanç ve değerlerimiz, felsefeye destek vermese de, inatçı biçimde köstek olmuyor. Belki Avrupa Topluluğuna girme sevdâmız, felsefeye istemeyerek de olsa sıcak bakışı, belki de onunla ilgili hiç konuşmamayı gerekli kılıyor
.
Ülkenin ekonomik durumu iyi değil. Çevrede çalışan akademisyenler (hele gençleri!) yabancı yazarları izleyebilecek mâli olanaklardan yoksun olsalar da, hiç değilse internet yardımıyla bir bölük kaynağa erişebiliyor.
Dil, epey işlenmiş durumda felsefe oluşumuna engel değil.
Sanat alanında geri değiliz, ressamlarımız yurt dışında sergi açabiliyor; bir bölük edebiyatçımızın kitapları dünyada ilgi görebiliyor; mimarlarımız, heykeltıraşlarımız, seramik sanatçılarımız ve sanat konusunda teori yapanlarımız dünyada sanat adına olup bitenlerin uzağında değil. Müziğimiz çeşitli zorluklarla karşılasa da, bu ülkede yaşananı yansıtmaya çabalıyor.
Oluşum yıldızı olumlu ışıklar gönderiyor.
2. Donanım Yıldızından Bakınca Durum
Cumhuriyet tarihimizde, eğitim kurumlarında (lise, üniversite!) felsefe derslerinin kitapları, verilişleri, öğretmenleriyle ilgili tartışmalar oluyor; zaman zaman felsefe dersinin ortaöğretimden kaldırıldığı da gözlemleniyor. Ortaöğretimde verilen derslerin yanında, üniversitede okutulan derslere bakıp, bunları veriliş amaçları ve dersin hitap ettiği öğrencileri düşündüğümüzde ikiye ayırabiliriz;
1. Felsefeci yetiştirmek amacıyla verilen dersler,
2. Bilgilendirmek, sevdirmek, ufuk genişliği, eleştirel düşünce sağlamak için verilen dersler. Ortaöğretimden başlayarak kısaca bu dersleri değerlendirmeye çalışayım.
Ortaöğretim ders kitapları Cumhuriyetin başlangıcından beri incelendiğinde, Batıdaki, özellikle Fransa’daki benzerlerinin bir uyarlaması biçiminde yazılmış, olduğu görülebilir. Burada, felsefe okulları ve filozoflar, resmi geçit halinde, kısa betimlemelerle öğrencinin önünden geçiyor. Zaman zaman bu gidişin dışında kitaplar da denenmiş, Batılı düşünürlerin yanında, İslâm düşünürleri, bilge kişiler, bilim adamları da kitaplarda konu edinilmişse de, yalnızca malumatla felsefî ruhun verilemeyeceği savından çıkarak, kalıplaşmış, kalıplaştırılmaya çalışılan, kalıplaştırılmaya uygun anlatımlarla iç alanda felsefe gerilimi yaratmak zor görünüyor. O zaman iş öğretmenlere düşüyor. Üniversite giriş sınavlarının katı çemberi içindeki öğrencilere felsefe akışını aşılamak ustalığını gösterdiklerinde, Türkiye’deki felsefî ortama katkıda bulunabileceklerdir.
Elbette bu kitapların, bakanlık tarafından düzenlenen programları, kitap yazarlarından beklenenler, bu programların hazırlanmasında emeği geçen biri olarak, felsefenin sevdirilmesinde engel oluşturabildiğini söyleyebilirim. Felsefe özgür düşünmeyi versin istiyoruz, ama kitaplarımızın yazılış biçimi, felsefeyi ele alış tarzları ve üslûpları, bu isteğimizle çoğu zaman bağdaşmıyor.
Felsefeci olacak genç insanların yetiştirilmesinde kullanılan kitaplarla üniversitelerimizde yapılan felsefe eğitimi de, giderek sayıları artan felsefeci arkadaşların, felsefe bölümlerinin olanca çabasına karşın, belki birkaç felsefe bölümü dışında, pek başarılı olamıyor. Öğrencilerin çoğunluğa yakını felsefeye isteyerek gelmiyor; akademik arkadaşların bir bölümü Hocam Nermi Uygur’un deyimiyle memurluğun ötesine gidemiyor. Kendileri felsefî bir yaşam biçimi içinde olmadıkları için (bu konuya birazdan değineceğim!) öğrencilere felsefeci örneği olamıyorlar!
Felsefe toplulukları 1970’lerden sonra etkinliklerini daha yaygın biçimde sürdürüyorlar. Çevredeki (akademisyenler) ve iç alandaki insanlara (akademisyen olmayan felsefe sevdâlıları) konferanslar, sempozyumlar düzenliyorlar; Dünya Felsefe Kongresinin Türkiye’de yapılıyor olması da Türkiye’nin bu yıl (2003) hiç değilse alt yapı olarak felsefeye uzak durmadığının bir göstergesi. Felsefe, Türkiye’de iç alanda ve çevrede deviniyor; etkinliklerin, felsefecilerin, felsefe bölümlerinin, felsefeye gönül vermişlerin niceliği sürekli artıyor. Niteliğinin de artmasını bekliyoruz.
Türkçe felsefeye uygun bir dildir; bu sav Cumhuriyet dönemi felsefecileri tarafından savunulmuş; güzel örnekler verilmiştir. Daha da işlenmesi gerekiyor. Türkçeyi yaşayabilen, Türkçe söyleyişi, edebiyatı, günlük konuşma dilini, bilim dilini iyi bilen arkadaşların yaratıcı yapıtlar oluşturarak geliştirebilecekleri felsefe dili bizi bekliyor. Kimi üniversitelerimizde eğitim
dilinin Türkçenin dışında yapılıyor olmasını bir tehlike olarak görmüyorum. Bu eğitimi Türkçenin bilinciyle yapabilme olanağı hep vardır. Düşünme ana dille başarılabilir; farklı dillerle karşılaşmak, felsefî düşünmeyi, felsefî anlayışı keskinleştirmek açısından gereklidir; bir düşünürü ana dilinden okuyabilmenin, felsefe araştırmaları için kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Kendi dilimizin felsefîleştirilmesi, dilimizdeki gizli, gizil felsefenin ortaya çıkışına katkıda bulunabilir, bu yabancı dillerle tanışıklık. Elbette ne eğitim gördüğü yada verdiği dili ne Türkçeyi doğru dürüst bilip, bunlarla düşünemeyenlere sözümüz yok. Yazık ki, böyle öğrencilerimiz ve hocalarımız vardır. Zaman içinde Türkiye’de iç alanda ve çevrede, felsefe geriliminin artacağına, Türkçeden anlamlı felsefe çalışmaları yapılacağına, giderek bu Türkçe yapıtların yabancılar tarafından kendi dillerine çevrileceğine olan inancım yitmiş değil.
Felsefe yapıtlarının sayıları artıyor, dergilerdeki makaleler (bir bölümü akademik terfi içinde olsa!) çoğalıyor, yabancı dillerde yazan oralarda adını duyuran çevreden felsefecilerimiz var. Hızlı bir çeviri söz konusu, felsefe kitaplarının kimileri çok satıyor (örneğin Nietzsche!). Çeviri dili bozuk, kötü bir Türkçeyle yapılabiliyor, çevirilerde çarpıtma sorunları yaşanabiliyor. İç alandan gelen talepler sonucu çevredekiler bol bol felsefe ders kitabı yazabiliyor; bu kitaplar, biraz önce sözünü ettiğimiz ortaöğretim ders kitaplarının sorunlarına benzer sorunlar taşıyabiliyor.
Özgün çalışmaların bir bölümü, dış kaynaklı felsefe gündeminin sorunlarına katkı olarak, Türkçenin dışında gerçekleştiriliyor. Bir bölümü Türkçeden yapılan akademik tez çalışmaları yada makalelerden oluşuyor. Ürün açısından Türkiye’de kıpırdanma var, öyle görünüyor ki, gelecekte de bu kıpırdanmalar artacak.
Türkiye’de felsefeciler var. Çok çalışkan olanları ve tembelleri. Akademik yaşam yeterince seçici değil, felsefeye yanlışlıkla düşmüş insanlar, merdivenlerin unvan olarak sonuna dek tırmanmayı biliyor. İşini sevip arı gibi çalışanlar var. Üretiyorlar, çeviriyorlar, ders veriyorlar. Yurt dışında meslektaşlarıyla tartışabiliyor, oralardan davet alabiliyorlar.
Türkiye’de filozof yok. Nedenini devindiriciler yıldızından bakarak anlatacağım.
Türkiye’de felsefece bir yaşam biçimi sözü, hafif dudak bükülerek dinleniyor. “Felsefecilik bir meslektir, herkes mesleğini gereği gibi yapıyorsa, felsefeci yaşam biçimi sözünün anlamı ne ola?” denebiliyor. Anlamı şu; Felsefe meslek değildir. Elbette, edinilmesi gerekli donanımı vardır ama, felsefenin Batı’da doğum yeri olarak düşündüğümüz Yunanistan’da, felsefe tekhnê olmakla yetinmiyordu. Felsefeyi sevenin, filo-filosofos’un yada Türkçe’ye çevirmenin tuhaflığıyla felfelsefecinin, felsefeyi yaşayan, felsefeyi duyumsayan, felsefeye bağlanmış, felsefeye söz vermiş, felsefeye yemin etmiş bir ahlâk karakterinin olduğunu düşünüyorum. Felsefenin oluşumu Akademia’sında yaşayan Platonların, Agorada sabahlayan Sokrateslerin katkılarıyla gerçekleşir diye düşünüyorum. “Türkiye’de felsefece yaşamak olanaklı mıdır?”, “Nasıl olanaklıdır?” diye soruyorum. “Gereği var mıdır felsefeci yaşamanın, felsefe gerilimi oluşturmak için?” diye soruyorum.
3. Devinim Yıldızından Bakınca Durum
Bu yıldız, felsefî gerilim akışının topoğrafyasını gösterebiliyor. Devinim yıldızı, üç boyutlu bir yapı taşıyor. Altında bir Yaşama Dünyası Tabanı var. (Bkz. Şekil 6). Devinim dairesi, bu
dünyadan kavramların henüz başlamamış olduğu yaşama dünyasından besleniyor. Yaşama dünyasının, diğer kültürlerin yaşama dünyasıyla etkileşimi elbette var. Ama felsefe, Türkiye’de, henüz bu dünyayı yeterince keşfedebilmiş değil. Felsefe dairesinin merkezinde yaşama dünyası konisinin tepesi var. Henüz merkezden yayın yapabilen felsefemiz yok. (Başarılabilirse, merkezden kaynaklanan felsefe, filozoflarımızı ortaya çıkarabilir!). Yaşama dünyasının üstünde felsefe dışı düşünceler düzlemi var, felsefe bu düzlemlerden, bu kaynaklardan besleniyor.
İç alan, felsefenin yaşandığı günlük yaşam alanıdır. Akademisyenler çevrede bulunuyorlar. Dışarıda ise, Türkiye dışındaki felsefe bulunuyor.
Bizde felsefe, çoğunlukla taşınan felsefedir, dışarıdan aktarılıyor. Felsefeyi alışımızı, alışımızdan üretimimizi, üretimimizin içe yada dışa doğru yönelişini bir tablo ile gösterirsek;
ALIŞ ÜRETİM ÇIKIŞ
Çevreden Çevrede Çevreye
İçten İçte İçe
Dıştan Dışta Dışa
Merkezden Merkezde Merkeze
Alış, üretim ve çıkışın tam gerçekleşmesi durumunda 43=64 değişik ilişki söz konusudur, örneğin; çevreden alıp çevrede üreten ve çevreye sokan yada çevreden alıp, içte üretip, çevreye çıkan durumlar gibi.... Alış ve üretimin gerçekleşip, çıkışın olmadığı 42=16 durum vardır. Aynı şekilde, alışın olup, üretimin olmadığı ama çıkış yapılan, alışın olmadığı ama üretimin olduğu ve çıkışın olduğu 42=16 durum daha vardır. Böylece şimdiye dek sözünü ettiğimiz durumların sayısı 64+16+16+16=112’dir. Bir de alışın olup, üretim ve çıkışın yapılmadığı, alış ve çıkışın olmayıp üretimin yapıldığı, alışı ve üretimi olmayıp sadece çıkışın olduğu durumları düşünürsek, 4+4+4=12 durum daha çıkar ortaya. Böylece felsefe de devinenin 124 ayrı durumu çıkar ki, bunların teker teker incelenmesi ayrı bir çalışmayı gerektirir. En son olarak, son durum ne alışın ne üretim nede çıkışın olmadığı durumdur ki, bu bir felsefesizlik’tir. Bunu da olası durumların sayısına eklediğimizde 125 ayrı durumla karşı karşıyayız demektir. Bunu çizelgeyle verirsek (yandaki sayılar, kaç farklı durum olduğunu gösteriyor. A alışın, Ü üretimin, Ç çıkışın kısaltılmışı; harflerin altındaki çizgiler, durumun yokluğunu simgeliyor.)
A Ü Ç 64 (Hepsi var.)
A Ü Ç 16 (Çıkış yok!)
A Ü Ç 16 (Üretim yok!)
A Ü Ç 4 (Üretim ve Çıkış yok)
A Ü Ç 16 Alış yok
A Ü Ç 4 Alış ve Çıkış yok
A Ü Ç 4 Alış ve Üretim yok
A Ü Ç 0 (Hiçbiri yok!)
Türkiye’de bu 125 durumun kaçıyla karşı karşıyayız?
Alış, üretim ve çıkış varsa bu 43=64 farklı biçimde olabilir. Daha çok dışarıdan alınıp, çevrede üretim yapılarak içe çıkış gerçekleştiriliyor, DÇİ durumu! Çevreden alınıp, çevrede üretim yapılıp, çevreye çıkış, akademik “çevre”nin kapalılığını gösterir bir durum. (ÇÇÇ durumu!) Dışarıdan alınıp çevrede üretim yapılarak dışarıya çıkış (DÇD!) yabancı yayın yapabilen akademisyenlerimizin durumudur. Merkezden alıp, içte üretilerek dışa çıkış (MİD!) ise yoktur! Bu durum, filozoflarımızın özgün, kültürümüze özgü yayınlarıdır. İçten alıp, çevrede üretim yapılarak dışa çıkış durumu da bizde yok denecek kadar azdır (İÇD!): Kendi hayatımızdan çıkan felsefe gerilimini dışarıya anlatma! Çevreden alıp, dışta üretim yaparak dışa çıkış (ÇDD!), yine dışarıda yaşayan, dışarıyla sıkı ilişkisi olan düşünürlerimizin başarısıdır. Dışarıdan alıp, çevreden üretilerek dışarıya çıkış (DÇD!), özendiriliyorsa da, çevreyi bir aracı istasyon olarak kullanma, içle bağıntı kuramama anlamına geldiği için bana sakıncalı geliyor. (Evrenselliğin böyle bir şey olduğunu savunanlara sözüm yok!) Çevreden alıp, İçte üretim yaparak çevreye çıkış (ÇİÇ!) “taşralılık” olarak anlaşılabilir. (“Çevreden alınma” sözün de sorun var: Çevreye zaten dışarıdan gelmişse, felsefe bir anlamda dışarıdan alınmış oluyor, ikinci elden, taşınmış felsefeden taşıma oluyor bu!). Çevreden alıp, içte üretim yaparak, içe çıkış (Çİİ!) da, dışa kapalılıktır; felsefeyi yayma olarak anlaşılabilirse de, yine bir taşralılıktır. Yine de yararlı olabilir iç alanın gelişmesi için. İçten çıkarak içte üretip içe çıkış ise (İİİ!) ön felsefemizde örneği çok olan (örneğin, Ahmet Mithat!) bir popülizm örneğidir. Yararı olabilir ama şu kaygılarla; Nasıl bir alış? Hangi amaçlarla alış? Nasıl üretim? Neden böyle bir çıkış?
Yüzeysel, sığ, üstünkörü bir alış, hesaplaşmadan, yorumlamadan, eleştirmeden, alış, elbette sakıncalı. Para kazanma, için siyasal çıkar amaçlı, araştırma kaygısı taşımayan dünya görüşü meşrulaştırmaları, akademik terfi için üretim pek yararlı değil. Batıya, dışa (Doğuya da olabilir, Orta Doğuya da, Güneye de, Kuzeye de neden olmasın?) gösteri için, “bizde de felsefe var” kaygısıyla mı, akademik terfi için mi üretim?
Bu soruları, özümseme yıldızında biraz daha açabiliriz.
4. Özümseme Yıldızından Görülen Durum
Felsefe neden kültürümüze buyur edilmeye çalışılıyor? Neden “dışarıdan” alınmaya değer bulunuyor?
1. Düşüncelerimizi, eylemlerimizi, değerlerimizi ussal açıdan temellendirmek için mi?
2. Batının bir parçası olmaya çalıştığımız için mi?
3. Düşüncelerimizi, eylemlerimizi, değerlerimizi, anlamak, yorumlamak, yeniden gözden geçirmek, kültürümüzü taze ve diri kılmak için mi?
4. İnsan olmak felsefe yapmayı gerektirdiği, felsefe yapamayanın “tam insan” olmadığı düşüncesi ile mi?
5. Felsefe düşünsel açıdan yaşamımızdan gelen sıkıntılara çare olduğu için mi?
6. Felsefesiz bir kültür, yaşam damarları kesilmiş bir insana benzediği için mi?
Sorular çoğaltılabilir. Felsefe kendi üzerine dönen (refleksif) bir çalışma alanı olduğu için, körü körüne felsefe alımı, felsefenin anlamını yitirmeye yol açabilir. (Körü körüne alınır da, sonradan değeri farkedilmiş olabilir belki!)Almadan önce, ön değerlendirme, sorgulama, bizde pek yapılmıyor. Birçok felsefecinin kitabı batıda da okunuyor diye ya da salt merak edildiği için çevriliyor.
Alınan felsefeyi sindirebiliyor muyuz? Bu kuşkulu. Sindirme, kaynağa inmekle olur, yâni felsefenin alındığı kültürün merkezini ve yaşama dünyasını, ön felsefesini kavrayarak. Bizde bu da eksik. Felsefe tarihi, siyasi, askeri, toplumsal, kültürel dinsel, sanatsal tarihle okunur. Yoksa felsefe soyut kavramların havada dolaştığı entelektüel bir oyun olur.
Felsefe işlenebiliyor mu? İşlenebilme eleştiriyle gerçekleşir, o görüşlere seçenekler sunabilmekle. Bu ise üretimi gerektirir, üretim yalnızca kuru kuruya alınan, sindirilmeden, işlenmeden yapılan felsefeyle oluşuyorsa cılızdır. Cumhuriyet dönemi felsefesi bu cılızlığı aşmaya çalışıyor.
5. Devindiriciler Yıldızından Görünen Durum
Bizde felsefe “alındığı” için, çevrede ve iç alanda bol sayıda aktarıcı var. Aktarıcıların yanında felsefenin yaygınlaştırılmasına çalışan ders kitabı yazarları, konuşmacılar ve öğretmenler de çok. Aktarıcı ve yayıcıdan yana pek şikayetimiz yok. (Gerçi hâlâ çevrilmeyen, hâlâ bilmediğimiz önemli filozoflar, felsefi düşünceler hiç de az değil!) Çevre, katkıyı önemsediği için, gerek içte gerekse az da olsa dışta katkıcılarımız da var; bunlar felsefe sorunlarına yeni bakışlar getirebiliyor.
Bizde devşiriciler ve filozoflar eksik. Devşirici, merkezi ya da içi, çevreye taşıyabilen, yaşadığımız akademik felsefe diline dönüştürebilen kişidir. Ön felsefemizde olanı, örneğin Yunus’u, sahip olduğumuz değerlerin felsefi anlamını yorumlayabilen, ortaya çıkartabilen bir kişidir. Filozofsa, merkezden kaynaklanan düşünceyle yalnızca çevreye değil, dışa, “evrensel” felsefeye katkıda bulunan biridir.
Türkiye’de Cumhuriyet dönemi felsefesi, aktarıcı ve yayıcıların enerjisini takdir ederek, katkıcıların güçlenip sayılarının artmasını, yetişmiş devşirici ve filozoflarının dünya felsefe tarihine armağan edilmesini bekliyor.

12 Haziran 2020, 12:22 | 837 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*