MERHÂBÂ ŞİİR, MERHÂBÂ METAFİZİK

MERHÂBÂ ŞİİR, MERHÂBÂ METAFİZİK

MERHÂBÂ ŞİİR, MERHÂBÂ METAFİZİK

       Şiir yaşamdadır. Yaşamın soluk borusu, öteyi gören gözü olarak. Şiir dünyadadır ve insandadır. Bundan dolayı şeytânî, bundan dolayı rahmanîdir.

       Ortadoğu, insanına şiir emzirir.

       Ortadoğu insanı metafiziği şiirde duyar.

       Metafiziğin şiire kapısı vardır. Tıpkı diğer sanat dallarına, bilime, felsefeye, dine, hikmete, folklore, günlük yaşam bilgisine olduğu gibi. Metafiziğin sayısız kapısı vardır, sayısız bilgi, ilgi, duygu, görgü alanlarına. Metafiziğin bedene bile kapısı vardır.

       Kapıya gelmektir, gelebilmektir sorun.

       Hayatın şiire kapısı elbette vardır. Kapısız şiir olabilir mi?

       Kapısız metafizik? Metafiziksiz kapı olabilir mi? Her kapı metafiziğe açılabilir, duran varsa önünde, durabilen. Her kapı şiire açılabilir, şiirleyen varsa, şiirlenen. Şiirin ve metafiziğin ortaklığı orada: Açılmadıkları nesne yoktur, açılmadıkları varlık. Açanı varsa, açılanı, göreni; şiirin ülkesi metafiziğin ülkesiyle kapılar doğurur, kapılar “çağlar”, kapılar açar, kapılar kırar, yıkar, kapar. Kapılar ülkesidir. Belki de: Şiir de, metafizik de kapıdır. Hem iki ülkedir, birbirleriyle bir yanlarıyla örtüşen; püskürttükleri kapılarıyla; Terra poetica, Terra metaphysica! Âlem-i Şiir, Âlem-i Mâbâdettabîa! Neyin, nelerin kapısıdırlar? Duranına bağlı, önlerinde. Kapıların kapısıdır onlar.

       Metafizik bir alan, bir ülke. Bir uçsuz bucaksız âlem. Gözlemlenebilir, hesap edilebilir olanın ötesi. Bilimle bulunabilir olanın ötesi. Bilim, metafiziğin ülkesinde büyümeye başladı. Adım adım onun bölgesini ele geçirdi. Büyümeyi sürdürüyor.

       Şiir ülkesi, başlangıçtan beri metafizik ülkesinden ayrıydı, ortak alanları, birbirlerine kapıları olsa da. Şiir ülkesi, kültürü yaratmış bir ülkedir. Metafiziği, dini, felsefeyi, sanatı, hikmeti doğuran odur. Sonra koptu onlardan. Başlangıçtaki anlamı zaman içinde dönüşüme uğramadı değil; içinde manzume ülkecikleri doğdu, bu ülkecikler onu ele geçirmeye kalktılar. “Rhetorik” şiirden salt güce; ele geçirici, sömürücü, yok edici güce doğru gelişti: Ölçülü uyaklı sözleri manzume ülkesinin, şiire musallat olmaya, onu istilâ etmeye çalıştılar. Şükür, şiirin hâlâ manzume tarafından ele geçirilmemiş bölgeleri vardır. Şairlerin yüzü suyu hürmetine durur şiir ülkesi, bağımsızlığıyla. Bunca şiir kuramının, edebiyat öğretisinin, dilbilim tekniklerinin, şiir tanımaz “felsefe yapma” çabalarına karşın, şiir hâlâ  ayakta durmakta; şiir ülkesi oldukça toprak kaybetmekle birlikte, istiklâlini muhafaza ediyor, bir bakıma.

       Şiir, “söyleyen insan”la başladı. Hem Türkçe’deki “yır”, “ır” sözcüklerinde, hem Almancadaki dichten (Latince dictô’dan geldiği söylenebilir!) de bu özellik görülebilir. Batı dillerinin büyükçe bir bölümünde Eski Yunancadaki poiêsis’le ortaya çıkan şiir sözcüğü, bir tür ürün ortaya koymayı; yapmayı, üretmeyi anlatır; bu üretim başlarda şarkı ve türkü ile söylenerek gerçekleştiriliyordu; destan söyleyiciler, “söz”den, epos’dan yola çıkıyorlardı; arkalarında onlara esin veren güçler musa’lar vardı, onun için sanatları mousikê adını alıyordu. Şair, müzikle, dansla, esinle “üretiyordu.” (Evmusos, sözü, esini “iyi” olan anlamında mâhir şairlere verilen bir sıfattı!)

       Bizim dilimizde, Ortadoğulu’nun yaşamında yüzlerce yıldan beri egemen olan “şiir” sözcüğü, “şu’ur”la, “şe’ere” sözcüğü ile ilgiliydi. Arapçada çok zengin anlamlara kaynaklık eden “şe’ere”, öğrenmek, anlamak, sezmek, farketmek, algılamak, duymak, bilincine varmak, şiir oluşturmak... gibi anlamlar taşıyordu. “şa’ir”, yalnızca şiir söyleyen değildi; anlatıcıydı, derin sezgileri olan biriydi. Şâ’iriye sahibi, şiirsel güç sahibi biriydi.

       Batı dillerinde şiir vurgusu, poiêsis sözcüğünden yola çıkılarak bakıldığında, üretmek, ortaya koymakla ilgiliydi; bizde ise, “anlamak”, sezmekle.

       Biraz da bundandır: Ortadoğulu’nun şiir ülkesinin kapılarında durucu olması!

       Söyleyicilik, iki kültürde de var: Şâ’ir söyleyicidir, hele Moğolcada, çok geveze, çok konuşkan anlamlarına geldiği savı açısından bakıldığında, “ozan”da da böyle bir özellik görüyoruz; Batılının rapsôdia’sında da olduğu gibi, şiir “okuma” özelliğini; şiirin, söyleyen boyutunu kavrıyoruz.

       Şâir hileci olarak görülmüş iki dünyada da, Batı ve Ortadoğu’da, çoğunlukla; örneğin, Almancadaki Gedicht, buluş(Erfindung) anlamına geldiği gibi, hile (Betrug) anlamına da gelebiliyordu.

       Şiir ülkesi, hayata bu zıt özellikleriyle yansımış, yaratıcılığının yanında, güvenilmezliği ile de; örneğin Platon’un, Kurân-ı Kerim’in uyarıları olmuştur şiir hakkında.

       Bu ikircikli durum, şiirin metafiziğe açılımını engellememiştir. Şâir, sözün basmakalıp anlamlarını, günlük dilde kullanıla kullanıla aşılmış anlamlarını aşabilen biridir. Dilin olanaklarını sınayan dil olanakçısıdır. Dilin alanı, düşüncenin alanıyla içiçe olduğu için, şair, metafiziğin kapılarından geçebilen bir varlıktır. Kimi sıradan metafizikçilerden daha cesur, daha atılgandır. daha yaratıcıdır, bir açıdan. Metafizikçinin süt annesi olabilir, eğer o gönüllü ise. (Örneğin Heidegger’in gönüllüğü gibi!)

 

VARLIK, YAŞANTI, ANLAM SÖZ

 

       Metafizik şiir ilişkisini açıklayabilir umuduyla, bu yazının çerçevesi içinde bir kavramsal tasarı sunmayı deneyeceğim.

       İnsan, yaşantısı olan, yaşantılayan bir varlıktır. Yaşantı, bilinçli, bilinçsiz özelliğiyle insanı, bu dünyada, bedeni içinde var eder. İnsan yaşantısı nesneleri, tek tek varlıkları yaşantılar (tecrübe eder!). Bu nesneler alışılmış anlamda fiziksel nesneler olabileceği gibi, düşünsel nesneler, düş nesneleri de olabilirler. (Uykudaki düşlerimizin, uyanıkken kurduğumuz düşlerin, düşüncelerin...) Bu nesnelere varlıklar (Heideggergil anlamıyla Seiende!) de diyebiliriz. Bunların tümünü oluşturan ve her bir nesnede içkin olarak bulunduğunu düşündüğüm Varlık, yaşantı konusu yapılamaz! Demek ki yaşantı ile Varlık arasında bir uçurum vardır! Bu uçurum bir sınır yaşantı olan anlam verme yaşantısı ile kapatılır! Anlam verme yaşantısının nesnesi fiziksel nesnelerden, düşünsel nesnelerden farklıdır: Burada bir “x” üzerine çalışır yaşantı; onu anlamla dokur! (Bir anlamıyla Edmund Husserl’den edinilmiş görüşler bunlar!) Varlık bize düpedüz yaşantı ile verilmiyor; bir anlamıyla bizden esirgenmiştir! Varlıklar verilmiştir yaşantımıza, fiziksel nesneler, düşler, düşünceler, ama Varlık verilmemiştir. Düpedüz (Almancada, blosse!) yaşantı ile varlık arasında ANLAM UÇURUMU vardır! Nesneleri algılarız; algılarken anlamları da eğitimle, o kültür içinde bize verilir! Bunlar günlük yaşam sorunlarının çözümünde yüzyıllar içinde edinilmiş yaşantılardır. Anlam yaşantılarını zamanla gerçekleştirenler, bunu bizim düpedüz yaşantılarımıza aktarmışlardır. Bundan dolayı gündelik olağan yaşamda anlamları da algaladığımızı düşünürüz! Oysa onların Varlık açısından anlamı bizden saklanmıştır! Öyle olmasaydı, sanatta, bilimde, felsefede, uçsuz bucaksız araştırmalar, denemeler sürüp gitmezdi. Düpedüz yaşantı ile Varlık kavranamaz! Bu evren, bütün bu nesnelerin anlamı! Düpedüz algılamanın ötesinde, onlardaki Varlığı yakalamak açısından tek tek nesnelerdeki anlam da bize verilmemiştir! Tek tek nesnelerde, ister fiziksel, ister düşünsel, ister bunların dışındaki bir varolma biçimiyle, tüm nesnelerde, varlıklarda Varlık vardır! (Tam bir metafizik (!) cümle oldu ama!) İşte bu Varlık, ancak anlam verilerek, ancak yorumla, iğreti bir biçimde kavranabilir. Her anlam verme atılımı geçicidir, değişmeye, dönüşmeye açıktır. Anlamlar, “yakalanıp”, değişmez kılınacak bir yapı taşımazlar! Bundan dolayı Varlık hakkında tek “yorum” tek görüş yoktur: Ne sanat ne bilim ne din ne de felsefe alanında! Anlam uçurumu oradadır,anlam verme yaşantısıyla doldurulmaya çalışılır, hiçbir zaman doldurulamaz. Metafizik ülkesi bundan dolayı bir uçurum ülkesidir, bu ülkeye yürüyen uçurumda “yürür”, düşmemek için “anlam” dediğimiz iğreti dallara tutunur.

       Peki söz nerede durur?

       Varlık, yaşantıdan öncedir; sözü ise yaşantı doğurmuştur! Önce varlık vardı! İnsan yaşantısı varlıkla anlam uçurumu içinde ilişkiye girdi. Anlam verme çabalarının gelişmesiyle, yaşantı, sözü doğurdu! Yaşantı, sözü doğurdu ama, söz yaşantının “doğal” bir uzantısı değildir! Söz ile yaşantı arasında yine bir anlam uçurumu vardır!

 

       İnsan yaşantısı ne Varlığı mutlak, kesin olarak “bilebilir” ne de “Söz”ü!  Söz, tüm dilleri (yapay ve doğal!), bedensel, elektronik, görsel, kokusal, dokunmasal... her türlü iletiyi, ileti düzenlerini içerir. Sözlere “uzlaşımsal” olarak anlamlar yüklenmiştir; bunlar dilsel anlamlardır, semantik, sentaktik, pragmatik... anlamlar. “Söz” de, Varlık gibi b ir “x”dir. (Husserl’i tanıyan okur, ondan nerelerde ayrıldığımı görebilir!) Onun dilsel, imsel yaşantılar dışındaki anlamı ancak, anlam yaşantılarıyla denenebilir, yorumlanabilir; yorumların hiçbiri mutlak, değişmez, kesin değildir.

       Yukarıdaki şekle bakarak, insan yaşantısının söz ve Varlıkla ilgili olarak iki uçurum arasında kalan bir “dağ” olduğunu görebiliriz: Belki sözü, yaşantıyı, varlığı ve anlam uçurumlarını birleştiren, şekilde kesikli çizgi ile gösterdiğimiz bir bağ vardır aralarında: Oysa, yaşantı, iki yanımda bulunan bu iki uçurumu yaşar: Genişleyen, açılan, geri çekilen; kısaca, devinen, yürüyen(!) bir dağdır o; ne denli uğraşsa uçurumu kapatamaz. Yaşantı, söz ile varlık arasında yalnızdır! İyimser bir yorumla: Söz ile varlığı kucaklamaya, onlara ulaşmaya çalışan bir yolcudur.

 

ŞİİR, METAFİZİK

 

       Şiir, söze doğrudur; metafizik, Varlığa: İkisi de uçurumlar üzerinde yürür, iğreti köprüler, bağlantılarla. Şair, anlam yaşantısıyla söze yönelir, oradan, yeniden yaşantı dağından geçip, Varlığa, sözden-varlığa uzanmayı deneyebilir; çifte uçurum geçerek! Bu gidiş gelişler sürekli olur, her defasında geçilen uçurumların sayısı artar!

       Böyle çifte uçurumlar aşarak yürüyen (belki de uçan!) şair, söze, yaşantıya, anlama, Varlığa değinmeye çabalayan, metafizik ağırlığı olan şairdir.

       Genel olarak, şairin yürüdüğü yön sözdür; şekle göre, varlık arkasında kalır şairin! Varlık sözde oturmaz (Heidegger’in dediği gibi değil!) Sözdeki varlık, yaşantı ile uçurumlar aşarak yorumlanabilir.

       Şiirde hile nasıl yapılır?

       Şair ne söze ne varlığa yürür, sözcüklerle oyun oynar; yazdıklarında ne söz ne yaşantı ne anlam (metafizik anlamda!) ne de Varlık imâsı vardır! Sözcüklerle oynayarak, kendine uçurumlar aşmış şâir süsü verebilir: Taklitçidir, oyuncudur, teknisyendir! Yaşantısı “icat” çıkarma yaşantısına benzer, oysa icattan çok, gözümüzü boyayan bir sihirbazdır!

       Sözde sözler söyler, sahici söze kör olduğundan; söze doğru yürüyemediği için, beğenilme, dikkat çekme tutkusuyla, sözde yaşantı içindedir; anlattığını duymaz; başka şeyler düşünür, başka şeyler yaşar; yaşantı tabanı olmayan sözcükleri pıtrak gibi kuşatır şiiri; sözde anlam içindedir; “derin” anlamını, Sözsel, Varlıksal, metafizik anlamını yaşayamadığı sözde anlamlarla bezer şiirini, sözde Varlık’ı anlatır: Şiiri, metafizikten uzak, uyduruk, temelsiz, uçurumlardan geçmemiş varlık imâlarıyla doludur.

       Şair, söze yürürken ardındaki Varlığı farkedip, çifte uçurum aşma gücü ve ufku içindeyse, Varlık imâlarıyla anlam dünyamızı şenlendirip, acılandırarak anlam ufkumuzu açabilir!

 

 

                                                                                      ---------------------------------------------------

                                                                                         Ağustos 2006, Kuşadası

 

09 Temmuz 2022, 12:36 | 1654 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*