DELİ GÖNÜL TÜRKÜLERDE
DELİ GÖNÜL TÜRKÜLERDE
Evrene “gönül” odaklı bakmak, bu kavramın felsefe tarihinde yeniden inşâsı ile olanaklı. Kavram, taşıdığı ağır kültürel yükü içinde irdelenip, geldiği kültürel pınarlardan beslenerek, yeniden dokunmalı. Bu çalışma, kimi türkülerimizde, “gönül”e onun “deliliği”ni öne çıkaran özellikleriyle bakma çabalarından biridir.[1] Burada bu kavram üstünde türkülerde ortaya çıkan özelliklerin dışında bir tartışma yapılmayacak. Dört türküyü öne çekerek, gönül kavramı üstüne bir hypotyposis, ortaya koyacağım. Türküler aracılığıyla gönlün kendini sergileme devingenliğini betimlemeye çalışacağım. Bu amaçla önce Karacaoğlan’ın çok bilinen bir türküsüyle başlayacağım.
Deli gönül gezer gezer gelirsin
Arı gibi her çiçekten alırsın
Nerde güzel görsen orda kalırsın
Ben senin derdini çekemem gönül
Santur mu istersin saz mı istersin
Ördek mi istersin kaz mı istersin
Tomurcuk memeli kız mı istersin
Ben senin derdini çekemem gönül
Çıkıp yücelere bakmak istersin
Coşkun sular gibi akmak istersin
Her güzelle yatıp kalkmak istersin
Ben senin derdini çekemem gönül
Karacoğlan der ki okuyam yazam
Keleş değilim ki kervanlar bozam
Giyinem kuşanam bir hoşça gezem
Ben senin derdini çekemem gönül
“Deli gönül”ün derdinin çekilmeyeceğini vurgulayan Karacaoğlan, bu türküsünde gönül üstüne önemli ipuçları vermektedir. Gönül, bireylerin ve toplumların kazanabileceği özellikler toplamını anlatır. Gönül ne bireye ne de topluluklara, toplumlara doğrudan doğruya verilir. Geçmişten devraldığımız kültürel birikim, gönül oluşumuna katkıda bulunabilir yalnızca: Gönüle, emekle çaba ile ulaşılabilir. “Deli gönül”, gönlünü duyan, gönlüne kavuşmuş insanındır. Karacaoğlan, kuşkusuz gönlü olan, gönülü kazanmış biriydi. Gönlü olmayanın “deli gönül’ü olamaz. “Deli gönül”, gönülleme sürecinde, gönül oluşumu sürecinde, gönlün yaşanışında ortaya çıkan bir gönül görünüşüdür.
İlk dize, gönülün “gezip gezip geldiğini” vurguluyor. Gönül, varoluşu (Dasein, Existenz) için gönül uzamına, doğrusu, gönül uzam-zamanına gerek duyar. Buna gönül yurdu diyebiliriz. Gönül yurtsuz olamaz. Yurdundan ayrı kalabilir, sürgün edilmiş olabilir, yurtsuz var olamaz. Gönül, belli bir coğrafyada, çevrede, yerde oluşur. Yerelliği olmayan gönül olanaksızdır. Bu localité, onun bir oikos (yurt, ev!) içinde ortaya çıktığını gösterir. Gönül, kökeninde oikotiktir; yurtludur. Deli gönülün gezebilmesi için bu oikos’a, yurda, gönül yurduna, gönül çevresine gereksinimi vardır. Karacaoğlan’ın deli gönülü, kıpırdak bir özellik taşır, durmaz yerinde gezer. “Gezer” demek, yurduna döner demektir (Heimkehr, retour chez soi!) Gezip gezip gelen deli gönül, cevvaldir, yerinde duramaz, içinde ateş olan gönüldür. Gönülün bu bağlamda dört ana özelliğinden söz edebiliriz: Gönül güçtür. Yaşam enerjisidir. Gönül bir atmosferdir, havadır, ambiance’tır, iklimdir. Gönül bir tavırdır, gerçekliğe belli bir duruşla, duruşlar toplamıyla, çeşitliliğiyle kendini gösterir. Gönül bir eylemdir. Hem praksis hem poiêsis anlamında.
Karacaoğlan’ın gezen gönlü, güçlü bir gönüldür; taşıdığı güç onu yurdunun ötesine gönderir; yaşamı, insanları, kendini, gönlünü tatma ufku genişler böylelikle.
Nereye gider, deli gönül? Çiçeklere. Açana. Serpilene. Oikos’a can verene. Gönül çevresine hayatiyet kazandırana! Çiçeklenme, çiçeğe durma: Gönül öyle duyurur kendini. Karacoğlan’ın gönlü arıdır, saftır. Arıdır, çiçeğin ardında. Gönülleşimdir bu, gönül hâdiselerindendir: Gönül sürecidir. Gönülün gönüllemesi, var olma süreci içinde ortaya çıkmasıdır. Çiçeğidir, deli gönül. Çiçekle çiçeklenmesi çabası içinde oikos’taki cânı oluşturma uğraşındadır. “Güzel”in ardındadır. Diotima anamız ne demişti Şölen’de, aşkı anlatırken:[2]“ ἔστι γὰρ τοῦτο τόκος ἐν καλῷ καὶ κατὰ τὸ σῶμα καὶ κατὰ τὴν ψυχήν . ” Güzellik içinde ten ve cân aracılığıyla doğurmak. Bu betimleme, önemli bir gönül sürecini, gönülleşimi dile getirir aynı zamanda. Gönül güzelle gönüldür (Elbette çirkini de yaşayarak!). “Nerde güzel görse orada kalır.” Kalır mı? Kalmaz. Güzellerin bedenleri ve ruhlarından geçerek (κατὰ) güzelliğin bitimsiz yollarına düşer, türküleyerek bu yolu. Türküleme “ ὁ τόκος ” tur, doğurmadır, çiçek açmadır, ürün vermedir, olma; oluşma, varoluştur!
Peki neden derdi çekilmez deli gönülün? Deli gönül, gönülün bir tezâhürü, görünüşüdür. Gönül, bir tür yarılma ile bir yanına deli demeye başlar. Gönülleşimdeki bir gerginliği, çatışmayı gösterir deli gönül; çatışmadan kurtulma denemelerini de yansıtır. Gönlünüzün bir yanına “deli” diyerek, kendinizi rahatlatmayı deniyorsunuzdur; içinizde çatışmalar yaratan yaşantıların ağırlığını, “deli gönül”e yükleyerek taşımaya çalışıyorsunuzdur. Gönül çatışmalar evidir; âhenk, karşıtlıklar, zıtlıklar olmaksızın nasıl kurulabilir ki? Gönül, tadılır. Onun acısı, sıkıntısı da çekilir. “Ben senin derdini çekemem” diyerek derdini çekmiştir gönlünün, Karacaoğlan!
İlk dörtlük, gönlün oikotik boyutunun öne çıkarılması ile başlayıp, oikos’un çiçeklenip, cân bulmasını içeren biyotik vurguyla sona eriyor. Oikos’un yanında bios gönlün ikinci önemli varoluş özelliği. Oikos’u ve bios’u olmayan gönül olamaz. Ondaki bios, çiçektir, arıdır, baldır, ardından bitimsiz yolculuğa çıkılan güzellerdir, güzelliklerdir.
Gönül, gönül olur da kendini ifade etmez mi? Dışa vurmaz (aus-druck!), dile getirmez mi? Gönülleşim içindeki bir cân çalıp, çığırmaz mı? Çağırmaz mı evreni, sesini işitmeye? Deli gönül, gönülleşimin ateşiyle çalıp söylemek, yiyip içmek ister: Ten ateşini körükler, gönül ateşi. Gönül, ten, duygu, akıl, çevre bütünlüğü idi: Ten almış başını gitmiştir: Yurdunun sınırlarında, uzağında, ötesinde; gönül ülkesinin uç beyleri olarak, dur durak bilmeyen ten ateşinde, biyotik gücün doruğuna çıktığı gönülleşim gezilerinde: Güzeller, dikkat Karacaoğlan’ın gönlü geliyor! Eros, aşk, durdurulamaz bir yaşam enerjisi olarak, şevkini gönülleşim sürecinde göstermektedir: “Tomurcuk memeli kız” gönüldeki arının, arılığın bal yapmak, doğurmak hazırlığını simgeliyor: Oikos’un tadım ufkunda, bios çiçek açıyor. Deli gönül, salt oikos ve bios bileşenlerinden oluşsaydı, Karacaoğlan’ın hiçbir derdi olmayacaktı, belki.
Peki neden derdi var? Deli gönül yalnızca “yatay”, ufuk çizgisine doğru coşmaz, yücelere çıkmak, oradan “bakmak” ister! Yeryüzünden ayrılmasa olmaz mıydı? Ne arar yücelerde? “Yukarılarda?” Neden düz, dümdüz gitmezsin, deli gönül? İşte oikos, işte bios! Buyur! Santurun, sazın; ördeğin, kazın; tomurcuk memeli kızın, dur orada, yücelerde ne var? Ne ararsın oralarda?
Yücelerde aramayan, yücelere çıkıp bakmak istemeyen gönül olamaz. Dur otur, bilmez, gönüldür bu oikos ve bios yetmez ona; deli de olsa. “Ne var yücelerde?” sorar. θαῦμα, şaşma; Aristoteles’in felsefeyi başlattığını söylediği gönül hâli. Gönlü alçaklarda tutamazsanız, Prometheus olur, gider yücelerden ateşi çalar; humâ kuşu olur, zincirlerseniz onu toprağa; “trajik insan” olur, kafa tutar, çatışır yüce güçlerle. Tüm fermanları, dinlememekle kendini belli eder. Yüceyi arayışında elbette oikotik, biyotik bileşenlerinin yanında ethos’la, logos’la ilgili bileşenlerinin de katkısı vardır. Ethos, ahlâk boyutu onu yücelere çıkarır. “Tomurcuk memeli kız”a, “kaz”a zarar vermek istemez. Ethos’suz gönül olmaz. Şimdi Kaarcaoğlan’ın coşkun akan sularında ethosun iklimi duyulabilir.
Her güzelle yatıp kalkmak isteyen gönül, içindeki edebî ile haddini bilir. Haddini bildiği için, içinde büyüyen biotik gücü içini yakar, onu dertlendirir.
Bu aşamada logos yönetimi ele alır: Ethos’la oikos-bios birliğinin çatışmasında kurtarıcı olarak âkil bileşen logos hemen yetişir: Karacaoğlan okuyup, yazar! (Freudgil bir açıklama mı?) Son dörtlüğün ikinci dizesinde ethos yeniden işbaşındadır: “Keleş” değildir o; çirkin, kötü bir harâmi değildir; kervanları bozma niyeti yoktur. Deli gönülün, gönülü oikos ve biosa çekmesine karşın, yarattığı dert, logos ve ethosla karşılanmaya çalışılıyor.
Son dörtlüğün üçüncü dizesi, Karacaoğlan’ın gezen deli gönlüyle ilişkisini düşündürücü biçimde ortaya koyuyor: “Geyinsem kuşansam bir hoşça gezsem.” Kimdir, giyinip kuşanıp hoşça gezen? Deli gönül mü? Gönül mü? Gönülün bir yanı, “kendi” olur. Kendi, kendilik, ben, benlik gibi kavramlar, gönülün bir yanıdır; birey açısından. Birey, uygun koşullar altında, “kendilik”e (self, selbst!) sahiptir. Oysa, gönül, elde edilmeli, kazanılmalıdır. Kendilik, biyo-psiko-sosyo-kültürel bir yapıdır; gönülse sözü edilen bu özelliklerin yanında “ethik” bir karakter de taşımalıdır, var olması için. Gönüle sahip bir birey için, “kendi” değişkenlik taşıyabilir. Gönülün bir yanıdır, “kendi”. Gönül, kimi yanlarına “kendi”, kimi yanlarına “deli gönül” diyebilir. Deli gönül dediği özelliklerine, “kendi” de diyebilir (Kendim ettim, kendim buldum!). “Deli gönül”e seslenen kimdir? “Gönül”e seslenen kimdir? Gönlün içinde yarılmalar, bölünmeler mi var? Gönülün kendine “bakışına” bağlı olarak, adlandırmalar değişebilir. Gönlün farklı yüzleri, yanları, “aspekt”leri vardır. İşte, bu açıklamalar ışığında bu üçüncü dizeye bakabiliriz. Sorarız: Neden, “geyinip, kuşanıp, hoşça” geziyor? Bir açıdan, dört ayrı nedeni olabilir bunun:
- Deli gönül istediği, kendi istemediği için,
- Deli gönül istemediği, kendi istediği için,
- Deli gönülle birlikte istenildiği için
- Ne deli gönül ne de kendisi istediği için.
Giyinip kuşandıran gönüldür, deli gönüldür; derdi çekmek zorunda kalan da kendisidir, ilk yoruma göre. Bu yorumda, gönlün yönetimi yine deli gönüldedir.
İkinci yorumda ise deli gönüle bir karşı çıkış söz konusudur. Deli gönüle bir “nispet yapmak” için, giyinip kuşanılmıştır. Deli gönül sonunda “ethos” ve logos” kuşatması altında etkisiz kılınmış, “deli gönülsüz” hoşça geziye çıkılmıştır. Karacaoğlan’ın gönlü, içindeki deli gönlü yenmiştir! Artık, gerçekten de derdini çekemeyecektir; etkisi ortadan kaldırılmıştır, çünkü.
Üçüncü yorumda, “hoşça gezi” deli gönülle birlikte istenilmekte, “kendi” ile “deli gönül” arasında bir çatışmanın olmadığı vurgulanmaktadır. Artık deli gönülden dolayı bir sıkıntı yaşanmayacaktır. Gönülle, gönülün içindeki “ben”, tam bir uyum içindedir.
Dördüncü yorumda ise, ne deli gönlün ne de “kendi”nin bir katkısı vardır, bu geziye. Peki neden çıkılmaktadır geziye? Giyinip, kuşanma topluma uyumu, ethos ve oikos etkisini, dile getiriyor. “Hoşça” gezmekse bu uyum içindeki bios’un yerini vurguluyor. Burada, yönetim, gönlün bütünlüğündedir: Ne deli gönül ne de onun derdinden yakınan “ben” iş başındadır. Gönül, erki ele geçirmiş bu çatışmayı aşmak için Karacaoğlan giydirip kuşatıp geziye yollamıştır! Karacaoğlan artık dert çekmeyecektir, deli gönül ile ona karşı çıkıp dertlenen arasındaki çatışma, gönlün geziye çıkmasıyla aşılmıştır. Bu yoruma göre, “geyinip, kuşanıp hoşça” gezen gönüldür; deli yanıyla dertlenen yanının kavgasını Hegelgil bir “aufhebung”la aşıp, çözmüştür!
Karacaoğlan’ın “deli gönlü” gezen bir gönüldür; gezgin bir gönül, gücünü düştüğü yolda, yaşadığı çatışmaların deneyiminden alan gönül. Onun türküsünde gönlün farklı görünümleri içinde oluşumunun kesitlerini gördük. Gördük ki, türküler gönül aralayıcı olabilirler; gönül açıcı, gönül sürecini ortaya koyucu özellikler taşıyabilirler.
Pir Sultan Abdal’la sürdürelim gönül ülkesindeki yolculuğu. Pir Sultan’ın gönlü, sudur. Su gönüllüdür Abdal.
Bir su bir gölde çok durursa kokar
Azar azar çağla ak deli gönül
Bulanık akma ki içmezler seni
Çeşmenin gözünden çık deli gönül
Ateş gibi birden parlayıp yanma
Yanıp yanıp çevre yanın yandırma
Kâh karanlık kâh aydınlık görünme
Meydanda mum gibi yan deli gönül
Kaba rüzgâr gibi boşa dolaşma
Çalıya çırpıya değip ileşme
Toz toz olup topraklara karışma
Harman yeli gibi es deli gönül
Kara toprak gibi sakin ol otur
Hak'tan ne gelirse kabul et getir
Bahar aylarının yemişin bitir
Herkese gönlünce ver deli gönül
Pir Sultan Abdal'ım bu sözüm haktır
Gaziler sözümün hatası yoktur
Aşıkın maşûktan dönmesi çoktur
Pirin eşiğine düş deli gönül
Su akmak içindir. Su akarsa, akıyorsa, sudur. Gönül de. Gönül de çok durursa kokar. Nerede durursa? Yerinde. Gönül çağlar. Çağını çağlar. Çağından çağlar. Çağını, çağının köklerinde olanı duyarak çağlar. Gönül, devingenliğiyle gönüldür. Deli yanı bu devinimin hızını, ölçüsünü şaşırabilir. Eski Yunanlı’nın hubris’i, ölçüyü bozan gönül fışkırması, gönlün yerinde durması (stasis) kadar tehlikelidir. Karacaoğlan’da gördük, kıpırdak gönül, gönülleşimi, gönlün kendini yaşamasını kolaylaştırabilir ama kıpırdaklığın ölçüsü, sınırları nedir? Deli gönül, gerçekten de sınır, ölçü tanımaz gönül müdür? Su gönül, su gibi çağlayan ama kararlı çağlayan, “azar azar” çağlayan gönüldür. Gezgin gönül, Karacaoğlan’da oikotik, biotik boyutlarıyla öne çıkıyordu; su gönül, ethos ve logosla yoğrulan işleyişiyle, akışında edeblidir! Bu edep, gönlün akışını denetlemeye çabalar: En azından iki temel kaygıyla: Ölçülü akış, mutedil, îtidâlli akış, sofrosüne’ye dayalı akışta, berraklık kaygısı vardır öncelikle. Duruluk. İçi dışı bir oluş, içten pazarlıklı olmayış. Berraklık, bir gönül paklığını, gönül temizliğini de gösterir. Neden berrak, neden duru olmalı gönül, neden pak? Paylaşabilmek için. Gönlüm duru akan bir sudur, buyurun! Buyurun için! Gönlüm bir sebil! Gönül suyumdan, su olan gönlümden, su gibi aziz olan gönlümden buyurun! Gönül mükrîmdir, ikrâm eder, keremi de buradadır: Suyum ben, ey kaînât, iç beni! Belki, bir su damlasında gizlenmiş kâînâttaki berraklığı içtiğim için, içebildiğim için, gönlümün hayratını, gönül çeşmemi açabiliyorum. Gönlüm, çeşmenin içine tutsak olamaz. Gönlüm “çeşm”dir, gözdür, ayn, evreni gören, kendisinde evrenin odaklandığı, evrenin onda kendini gördüğü, gönlüm kendi içinde tutsak olamaz. Gönül, kendini yaşayabilenlerin, kendinin ardında olanların sahip olabileceği bir güçtür. Bu güç, kendisi olmayandan geçerek, çeşmesinden akarak, kendini insana, evrene sunma cesareti taşıyarak oluşabilir. Çeşmenin gözünden çıkabilme: Sınırlarını aşarak, ötesine çıkabilme gönlün temel özelliklerinden biri de bu! İçine tutsak olma, tıkılma. Aç kendini ve açıl: Açılmanda temiz, açılmanda pak olan gönlün, diğer gönüllere varma çabası içinde: Çeşmesi hep aksın. Çeşme, bir sünoria, sınır toprağı, bir sınır alanı: Gönlün, içiyle dışının birbirine değdiği yer. Gönlün aktığı yer. Çeşmesinden akmayınca, gönül, gönülleşimini, gönül oluşumunu gerçekleştiremez.
Çeşmesinden akan suyun duru olduğu, bir sunu olarak aktığı gönül: Duru bir sunu olarak diğer gönüllere. Peki, çeşmesinden nasıl akmalı gönül?
Bir ışık olarak. Nasıl bir ışık? Kendini nasıl sunmalı? Bir havaî fişek gibi mi örneğin? Birdenbire, bir patlama ile ışık ve ses olarak? Etkileyici, şaşırtıcı ama bir anlık! Pir Sultan, çeşmesinden böyle mi akar? “Azar azar çağlayan” bir ışık, bir su ışığıdır, o. Gönül duru ama duruk değil! Neden parlayıp yansın ki? Duru gönül, kendi ışığının, suyunun kaynağı olan ışığının ateşiyle neden yansın? Işığın tahrip edici gücü, yakması, hem kendine hem çevresine, ortamına, zarar verecektir. Öfkesi gönlün, dizginlenemeyen parlaması, hem kendini yakar, hem çevresini. Gönül birey olarak, sanki bir kişininmiş gibi gözükür; oysa bireyin çevresi de gönlüne dâhildir. Parlarsan birdenbire, kırıp geçirirsen çevreni, çevren senin bir parçan olduğu için sen de yanarsın.
Işımayı bilmek gerek. Akmayı. Kör eden, yakan ışıkla, kendini de kör edersin, çevreni de. Yanmak gerek elbette, bir açıdan, karanlıkları aydınlığa çıkarmak için. Aydınlatacak, yanmaları, ışımaları başarmak gerek. Yakacak, tahrip edecek, yok edecek, kör edecek yanmaların ardında olmamalı, deli gönül! “Yanıp yanıp çevre yanın aydınlat”, gönlün sözü budur.
Gönül su idi, aktı çeşmesinden. Sonra ışık, sonra, yanarak ışıyan bir güç, ateş oldu. Nasıl bir su idi? Duru bir sunu olan su. Nasıl bir ateş? Kendini ve çevresini yakmayan ateş. Açık, net, kendini karanlığı ile saklamayan ateş. Yanar döner olmayan bir ruhun ateşi. Karanlığımızı ateş, ateşimizi karanlık göstermemeli. Duru bir su isek, Türkçede alışık olmadığımız bir deyişle, duru ateş olmalıyız. Gönül sudur, ateştir: Su, ateşi söndürebilir. Oysa, gönülde bu ikisi, birbirini güçlendirebilir. Çatışmalardan beslenebilir, gönül. Bu agônistik boyutu, ondaki devingen dengeyi sağlıyor. Karanlık ve aydınlık çatışabilir gönülde ama çatışmadan ışık çıkmalı, duru ateş, duru su çıkmalı: Karar, kararlılık çıkmalı. Yanmak, yanar döner olmak demek değildir.
Nasıl yanmalı? Duru bir ateş olarak. Yavaş bir ateş olarak. Meydanda bir mum gibi. Neden meydanda? Neden mum gibi? Meydana, herkese açık olmayı, şeffaflığı, saydamlığı, bu saydamlıkta toplanmayı, cem olmayı belirtir. Meydan, evrendir. Gerçekliktir. Yaşamın zorluklarına karşı verdiğimiz savaşın yapıldığı yerdir. Herkesin gözünün önünde olandır. Ateş ortada yakılır: Herkes orada olabildiği için. Herkese ışık, aydınlık verebilmenin yoludur, meydan. Gönlün yüzü meydana dönmüştür. Herkesten almak ya da herkese vermek için.
Mum ışık verir. Kendini damla damla eriterek. Mum “kendini” yakarak ışık verir. Bu anlamda parlamayan, çevresine zarar vermeyen bir ışık kaynağıdır mum. Kendisini yakarak, ışık verir: Mürşit gibi, mürîdine ışığı kendi yanışından sağlar. Gönül yanmazsa ışık veremez; duru bir sunu olarak su olan gönül, herkese açık, tüm boşluklara, hiçliklere, karanlıklara açık meydanda, kendi kendini yakan bir ışık bir bir ateştir de. Gönül, ötekine bir su gibi akar, “ötekinin içmesi” için gücünü, bilgisini, tavrını; içindeki ateşin ışığıyla ulaşmaya çabalar ötedeki öteki insana; içinin ateşine meydan vererek, kendi eksikli, özürlü yanlarına meydan okumak için. Kendini meydana getirmeye çabaladığı için meydandadır; kendini oluşturmaya, gönülleşiminin sürmesine uğraştığı için.
Gönül başka nedir? Havadır. Anâsır-ı erbaa, dört temel öğe yüzyıllarca Batı ve Ortadoğu bilgeliğinde yaşamış, evrenin temel yapısını açıklayan öğretinin gözüyle bakıldığında; ateş, su, hava, toprak. Pir Sultan’ın deli gönlü işte bu dört temel öğeyle yoğrulmuş. Su gönül, ateş gönül, hava gönül, toprak gönül… Empedokles’ten bu yana, doğada olup bitenlerin temel öğeleri, gönlün doğallığı içinde ortaya çıkmasında ipucu oluşturuyor. Hava gönül, durgun hava gönlü değildir, rüzgâr gönüldür, yel gönül!
Rüzgârdır, kıpırdak gönül. “Amaçsız”, rahatsız edici, yıkıcı, tozu dumana katıcı bir rüzgâr değil; cân veren bir yel, estiğinde tohumları bereketli topraklara taşıyan. Gerek su, gerek ateş olduğunda nasıl apaçık biçimde, sunan, veren bir tavır içindeyse, yel olduğunda da bereket saçıcıdır. Bundan dolayı harman yelidir, yel gönül.
Hava, insanın soluğudur. Gönlün soluğudur. Tozlu olmamalıdır bunun için; temiz olmalı, arı olmalıdır. Yel gönül, oikotik ve biotik açıdan kolayca hareket edebilen, taşıyabilen (tohumları!), cân veren bir özellik taşır; kaba olmaması, sahip olduğu ethos gereğidir; toz toz olmaması ise logos gereği: Çünkü yeldir; toprağın bir parçası olan toz değil.
Toprak gönül, kara toprak gibi sakin olmalıdır. Sakindir. Sakin olup yazgısını, başına gelebilecekleri kabul etmelidir. Sakin, kendine güvenen, yazgısını kabule hazır gönül, çalışkan ürün veren bir gönüldür. Verdiği ürünü de hakça dağıtmayı bilen gönül.
Pir Sultan’ın gönlü, olanca inceliğiyle, kültürün derinliğindeki gönül anlayışını ortaya koyuyor. Bunların neler olduğunu yeniden saptamadan önce, bu özellikleri, dört temel açıdan bakarak özetleyeceğim: Gönül Alanı, Gönül Hâli, Gönül Tavrı ve Gönül Gücü açısından. Bu özetleme, bu dört gönül yüzü ( Her biri, gönülün yüzünü gösteriyor, elbette gönülün yüzleri dörtten çok daha fazladır.) Karacaoğlan’ın şiirinden başlayarak yapılabilir.
GÖNÜL ALANI |
GÖNÜL HÂLİ |
GÖNÜL TAVRI |
GÖNÜL GÜCÜ |
Devingen |
Güzelin Ardında |
Edebli |
Coşkun (Erotik) |
Tatma Ufku Geniş |
Yücelere Çıkan |
GÖNÜL ANLATIMI: İronik
Gönül alanı gönülün oikotik yapısı ile ilgili. Karacaoğlan’da gönül alanı devingendi, görmüştük. Gönül hâli, gönülün, estetik, epistemik, duygusal, düşünsel boyutlarını içerir. Karacaoğlan, güzelin ardında, tatma ufkunun geniş olduğu bir hâli yaşıyordu. Yaşamı, kendini, doğayı tatma, onların tadına varıp tadını çıkarmada ufkunun geniş olduğunu belirlemiştik. Tavır olarak, edebli yücelere çıkan bir tavır idi; gönül gücünün coşkun, erotik olduğunu söylemiştik. Kendi gönlüyle, deli gönlüyle olan ilişkisinin ironik olduğunu ileri sürebiliriz. Örneğin son dörtlüğün üçüncü dizesinin farklı yorumlanabileceğini görmüştük; Karacaoğlan’ın anlatımındaki bu anlamları çoğaltabilen yapıya ironik diyebiliriz.
Benzer tabloyu daha önce saptadıklarımızın bir özeti olarak, Pir Sultan’ın ilk dört kıtası içinde çıkarabiliriz.
GÖNÜL ALANI |
GÖNÜL HÂLİ |
GÖNÜL TAVRI |
GÖNÜL GÜCÜ |
Devingen |
Duru |
Ölçülü |
Sunan |
Ürün Veren |
Dingin |
Kararlı |
Işık Veren |
|
İnce, Nâzik |
Hakça Dağıtan |
Cân Veren |
|
|
Yazgısını Kabul Eden |
|
GÖNÜL ANLATIMI: Doğrucu, Savaşçı, Bilinçli, Kılavuzun Ardında
Pir Sultan’da, gönül anlatımı son dört dizede kendini ortaya koyuyor. Yukarıdaki dört dörtlükte sırasıyla su, ateş, hava ve topraktan söz edilerek, gönülün dört cephesi dile getirildikten sonra son dörtlükte bu saptamalar üzerinde konuşuluyor. Söyledikleri haktır, doğrudur, yerindedir. Gazilere seslenerek, sözlerinin yanlış olmadığını ileri sürüyor. “ ‘Gaziler’, hakîkat yolcuları, hak yolunda savaşanlar, ben de sizdenim, ben de hakîkat yolcusu, hakîkat savaşçısıyım” demek istiyor. Doğru söyleyen, doğru olanı arayan, bu yoldaki engellerle savaşan bir gönüldür, Pir Sultan’ın deli gönlü. Körü körüne savaşan biri değildir, ne adına savaştığının, bu savaş sırasındaki sorunların ayırdındadır. Savaş, aşktır. Aşık olan aşık olunandan, mâşuktan kolayca dönebilir. Mâşuk, dinsel açıdan bakıldığında, Tanrıdır. Haktır, hakîkattir. Gönlün ardında olduğu, aradığı hedeftir. Bu hakîkat yolculuğuna dayanabilmek kolay değildir. Zorluklarla karşılaşınca kolayca geri dönebilir gönül yolcusu. Bundan dolayı pîrin, ustanın, kılavuzun, bu yolculuğa bizden önce çıkmış, zorluklarla savaşarak, gönülleşimler içinde yoğrulmuş bir bilgenin eşiğine düşmek, yoluna düşmek gerek. Düştüğümüz gönül yolu kendimizin keşfedeceği, bulacağı yoldur. Kılavuz yardımıyla.
Karacaoğlan’ın coşkun, ironik gönlüyle Pir Sultan’ın doğrucu, savaşçı, bilinçli, kılavuzun yolunda yolculuk yapan gönlünün ardından Muhlis Akarsu’nun dertli deli gönlünü görelim.
Nedir senden çektiklerim
Deli gönlüm abdal gönlüm
Gözyaşımı döktüklerim
Deli gönlüm abdal gönlüm
Düşünceler ömrüm aldı
Gitti geldi beni buldu
Yıkılacak neyim kaldı
Deli gönlüm abdal gönlüm
Akarsu’yum bilemedim
Bir kararda duramadım
Ben sırrına eremedim
Deli gönlüm abdal gönlüm
Akarsu’nun dertli deli gönlü, “abdal” gönüldür! Kendini Tanrıya adamış, sâf, ermiş insan özelliklerine sahip gönül! “Abdal” kavramı, tasavvufta derin anlamlar taşır. Konumuz açısından bakıldığında deli gönül, velî gönüldür! Abdal, Türkçede Arapçadaki “ebdal” dan bozmadır; Kamus-ı Türkî’de, ahmak, akılsız, kalender meşrep anlamlarındadır. Oysa, abdal, budelâ sözcüğü ile birlikte “bedel” sözcüğünün çoğuludur; bedelse, eşit, denk, bir şeyin yerini tutabilen karşılık anlamlarındadır. Yediler olarak bilinen “gayb erenleri”, herkesçe bilinmeyen ama manevî düzenin korunması ile yükümlü kimselerdir. Bunlar gözden kaybolup “yerlerini kendilerinin tıpkısı olan canlı beden bırakırlar”, aslından ayırt edilemeyen bu bıraktıkları bedene “bedel” denir.[3] Velî, dost demektir, gönül dostu. Allah dostu. Abdal, bedeli bu dünyada olan gönüldür. Bedel gönül, dünyada olan gönüldür. Gönül, kendini dünyaya bırakırsa, öteyi aramaz, öteye çabalamaları yetersiz kalırsa, “bedel gönül”e dönüşür. Bir çok aşığın gönlü bedel gönüldür; Karacaoğlan’da olduğu gibi yücelere çıkamayan gönüldür.
Bedel bırakma, gönül yolcusunun bir anlamda “ötede” olduğunu göstermez mi? Akarsu, bu anlamda, ötededir. Öteden bakıp, bedeli üstüne konuşmaktadır. Gönlün, bedeli dünyada, kendisi ötededir. Burada önemli olan bu ayırımı görebilmektir. Akarsu bunu başarmakta, bedelinin çektiği sıkıntıları dile getirmektedir.
Gönül, bedelinden kurtulamaz. Dünyada bedeliyle görünmek zorundadır. Yeniden dünyaya döndüğünde, bedeliyle kendisi arasındaki ayırım yiter. Bedel, birey için, “canlı”, “hayatta” olduğu sürece vardır. Öyleyse, ne demektir, öteye gitmek? Elbette, tasavvufî anlamı dışında yorum yapıyoruz; diyoruz ki, öteye gitmek, değer yaşamak, olanaklar keşfetmek, sanat, bilim, teknoloji, düşünce alanlarında ürünler vermek, araştırmalar yapmak demektir.
Bedel gönül, dünyadan çekilmiş gönülün bir Ersatz’ı, kötü bir kopyası mıdır? Belki de, “bedel gönül”, gönlün dünyada kendini seyredebilmesi için gerekli bir “gönülleşim” süreci olamaz mı?
Ne Karacaoğlan’da ne de Pir Sultan’da bedel gönlü göremiyoruz. Karacaoğlan’ın “ötesi” ile “dünyası” ayrı değildir. Pir Sultan’da, su, ateş, hava, toprak olan gönül dünyadan ayrılmamış gönüldür. Elbette her “abdal” gönül sözü, o gönlün “bedel”i olduğu anlamına gelmez. Her abdal, bedeli olan abdal değildir. Gönül olaylarında bedel konusu, gerçekten çok düşündürücü özellikler taşıyor. Elbette bir psikolojik süreç, psikiyatrik bir “yarılma” (split) olarak bakmıyorum konuya. Bedel gönül, derdinden, sıkıntısından, bilinmeyenler içinde bocalamasından anlaşılır.
Akarsu gönlünden “çekmektedir”. “Deli gönül”den genellikle çekilir. Yakınılır. Karacaoğlan ironik bir edâ ile gönlünün deliliğinin keyfini çıkarır gibidir. Pir Sultan, deli gönlünü üstlenmiş, kabul etmiş, olgunlaşması için onu pîrinin eşiğine düşürmüştür. Akarsu ise ağlayıp gözyaşı dökmektedir yalnızca. İşte “bedel gönül”, daha çok Tasavvufî deyimle, “levm” eden gönüldür. Yakınan, şikâyet eden, müştekî bir gönül. Gönül, “bedel”ini uzaktan görür, üzülür. Diğer anlamıyla, çekilen ıstırap, “bedel”i olmanın ödenen bedelidir.
“Bedel”i dünya olan gönül, düşüncelere “gark” olabilecek olanaklar bulabilir böylece. “Bedel”inin yaşadıklarından sorumludur gönül. Bundan dolayı kaygı duyar, acı çeker. Bir yandan da öğrenir yaşadıklarından. Bu gönül kopuşu, bu ayrılık, Akarsu’da bir ömür boyu sürmüştür. Bir ömür boyu bedeli ayrı, o ayrı yaşamıştır. Oysa, birleşme olmaksızın, gönül dünyada, yaşamın içinde, bedeni, duyguları, aklı, çevresi ile gönülleyemez; kendini olanca gücüyle var edemez.
“Düşünceler beni buldu” diyor, Akarsu. “Ben”, “bedel”dir. Gönlüyle bedeli arasındaki bağı oluşturur, düşünceler, kaygılar, dertler, sıkıntılar. Gönül yıkılıp, bu dünyadan gitmiş; yerine “bedel”ini bırakmıştır. Yıkılan yıkılmış, bedeli ödenerek, yerine “bedel”i bırakılmıştır.
Akarsu, “bedel gönül”ün yaşayabileceği tüm kararsızlıkları, çözümsüzlükleri yaşamaktadır. Bedel gönül, içine “gümân” konmuş gönüldür. “Gönlümüze gümân koyman Erenler” der, Pir Sultan. Bedel gönüle gümân, “kuşku” konulmuştur. Gümânlı gönül, bir anlamıyla “dumanlı” gönüldür. Loş gönüldür. Işıksızdır. Mürşitsizdir. Bilgisizdir (Bilgisizliğini fark eden bir bilgisizlik!). Bedelinin sırrına nasıl ersin gönül? Bedeli ile kendisi arasındaki ayırımı, neden bedelinin bir yanda kendisinin diğer yanda olduğunu bilememektedir. Feryâdı türkü olup dünyayı dolanmaktadır ama bu feryâd “bülbülleri hâmuş” edecek, susturacak bir feryâd değildir; bülbüller, dünya bülbülleri nağmelerini sürdüreceklerdir. Bedel bu nağmeleri duyacaktır, dünyayı derinlemesine duyacak ama dünyadaki bedeliyle birleşip, gönül yolculuğuna, öteye giden yolculuğa çıkmakta zorlanacaktır. Belki, olup bitenin “sırrına” erememe de bir yolculuk sürecidir; yolculukta belirsizlik, gümân zaman zaman yaşanabilir. Akarsu’nun dertli gönlü bu süreci olanca yoğunluğuyla yaşayan bir gönül olsa gerek.
Söylediklerimizi özetlersek, şöyle bir tabloyla karşı karşıyayızdır.
GÖNÜL ALANI |
GÖNÜL HÂLİ |
GÖNÜL TAVRI |
GÖNÜL GÜCÜ |
Yıkıcı |
Düşüncelere Salan |
Kararsız Kılan |
Dert Veren |
“Bedel”li |
Bilinmeze Bırakan |
Yücelere Çıkan |
Gözyaşı Döktüren |
GÖNÜL ANLATIMI: Acılı, Çâresiz.
Türkülerde görünen gönülün bu çalışmamızdaki son durağı Âşık Hüdâî’den.
Gönül çalamazsan aşkın sazını
Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını
Ne dikene dokun ne gülü incit
Bülbülü dinle ki gelesin coşa
Karganın namesi gider mi hoşa
Meyvesiz ağacı sallama boşa
Ne yaprağını dök ne dalı incit
Bekle dost kapısın sadık dost isen
Gönüller tamir et ehli dil isen
Sevda Sahrasında Mecnun değilsen
Ne Leyla'yı çağır ne çölü incit
Rızaya râzı ol hakka kailsen
Ara bul mürşidi müşkülde isen
Hakikat şehrine yolcu değilsen
Ne yolcuyu eğle ne yolu incit
Gel haktan ayrılma hakkı seversen
Nefsini ıslah et er oğlu ersen
Hüdai incinir inciden versen
Ne kimseden incin ne eli incit
Gönülleşim sürecinin en önemli kaynağı aşktır. Aşkın sazını çalabildiğinde çalanın, “gönül” sahibi olduğunu anlayabilirsiniz. Aşk, tüm derinliğiyle yaşanabildiğinde, paylaşılabildiğinde gönül, aşk sazını çalabilir. Hüdâî, sırça gönülden söz etmektedir. Sırça gerçeklikle karşı karşıya kalan, sırça gönül. İncinmenin, incitmenin olmadığı bir dünyanın özlemiyle, eylemlerine, düşüncelerine, ilkelerine, değerlerine özen gösteren, dikkat kesilen bir gönül.
İncitme ve incinme sözcükleri bir eylemi gerçekleştirerek, örneğin birinin kalbini kırmayı ve bir eyleme maruz kalıp, kalbimizin kırılmasını gösteriyor. Yerleşik, kabul edilmiş sözlüklerde görülmemekle birlikte, Türkçede bir de incimek fiilinin olması gerektiğini düşünebiliriz. Elbette dilin kendi “mantığı”, kendi işleyişi, tarihi var; kimsenin zorlamasıyla dil değişmez. Yine de incinmek, incitme ilişkisi açısından bir öneride bulunabiliriz: İncimek. İncimek ne incinme ne de incitmedir; bu ikisini içine alan bir fiildir. Yalnız bir fiil değil, bir tavırdır, bir görüştür de. İncimek fiilinden “inciyiş”i türetebiliriz. İnciyişin olmadığı incimeyiş, Hüdâî’inin derin bir sezgiyle vurguladığı gibi, gönülün topluma, insana, gerçekliğe karşı takındığı çok temel bir etik tutumdur. Gönülleşimin ethos içindeki duruşudur. İncinme ve incitmeden kaçınma duruşu. Geleneğimizde, bir yanıyla, bu duruşun adı hilm ve sebattır. Örneğin Ahlâk-ı Nâsırî’de bu iki kavram şöyle anılıyor.[4] “Hilm, öfke kendisini kolaylıkla harekete geçiremeyecek ve bir çirkinliğe maruz kaldığında isyan çıkarmayacak şekilde, nefs için iç huzurun (mutmeinne) meydana gelmesidir”. “Sebat, nefisde elemler ve zorluklara karşı direnç kuvvesinin yerleşmesi ve böyle şeyler ona ârız olduğunda perişan olmamasıdır”. İncime sahibi insan, incinmekten ve incitmekten kaçınan, hilm ve sebat içinde yaşayan biridir.
Gönül kendini bilmelidir. Hiç kendini bilmeyenin gönlü olur mu? Aşk sazını çalmaya kalkıp da aşkı berbat etmek gönüle yakışır mı? Aşk sazına karşı incimeyiş tutumu içinde isek ne teli incitiriz ne de perdeyi. Sazı incitmeyiz. Levinas’ın bu inceyiş kavramına ilgi duyacağı açıktır. İncimek yalnızca, öteki insana karşı değildir: Cümle mahlûkata karşı incime tutumu içindeyizdir.
İncimeme, kaba dünyada, pısırıklık gibi görülebilir. Oysa yiğitliğin, cesaretin hasıdır. Zücâciye dükkânına girmiş fil gibi yaşıyor bu dünyada insan. Bir fil zücâciye dükkânında neyler? Koca gövdesiyle, daracık mekânda, sağa dönse kırar, sola dönse yıkar. Çıkayım dese, girmiş bir defa, çıkarken de kırar. En iyisi hiç girmemesi, zücâciye dükkânının çevresinde dolanmaması mı? Filin filliği, zücâciye dükkânında fiiliyle belli olmaz mı? Fil, insan; dükkân, gönül müdür?
Hilm sahibi, gülün nazını çekmeyi bilir. “Mâzeretim var, asabîyim ben” diyen yurdumun, çağımın insanı yalnız dükkânı değil, dükkânın bulun
. Mâzeretmend, mâzereti olan, özürlü insanlarız. Her yaptığımıza uydurduğumuz bir mâzeretle yaşıyoruz.
Gönlün asabî olması için mâzereti olamaz. Bu yüzden, hemen birçoğumuzun gönlü yoktur. Ruhumuz serâpa mâzeretle doludur. Mâzeret çocuklarının “kafaları bozuk”tur, “tepeleri atık”tır; incimeyiş terk etmiştir dünyayı. Aşık Hüdâî’inin sazında kalmıştır, belki, yalnızca.
Gülün nazını çekmeyi bilen, dikenine dokunmaktan korkmayandır. Eğer bu dokunuşuyla (“okşama”, “caresser”, diyordu, Levinas!) gülü incitmiyorsa, ondaki hilm, sebata, incinmemeye yol açacaktır. Gülü sevmek, nazıyla sevmektir. Bülbülseniz elbette. Dikenini sevmeden gülü sevemez gönlü olan. İncimeyiş erbâbı, özellikle Helenistik felsefenin aradığı hâli, bulmuş gibidir. Stoa’nın, Epikür okulunun, Skeptiklerin ardında olduğu ataraksia, iç huzuru, hilm ile sebat ile bulunmuştur!
İncimeyiş, bir “olumsuzluğu”, incimeyiş ve incitmeyişi anlatıyor: Aşırı görülmezse bir sözcük daha öneriyorum (“Neolojizmlerle” dolu bir metnin zor okunuşu ve düşünce yükünün ağırlığından duyulan kuşku en azından iki “büyük” sorun oluşturuyor!): İnceyiş. İnceyiş, hem incimeyişi hem de bir “inceliği” anlatıyor. İnciyişle tek harf farkı var; Derrida’nın “Differance” ı, gibi! İncimek ile incemek farkı! İncimek, ethos içinde yapmamamız gereken bir eylem ve tutum, incemek ise, başarmak için çabaladığımız incelikleri kapsıyor. Bir harf taban tabana zıt iki “durum” anlatıyor. Gönül, incimez ama incer! Gönül ne gülü ne de dikenini incir!
Gönül, dikkat edin “deli” değil burada! Deli gönülün incemesi zordur. Burada bülbülü dinleyen gülü incitmemeye çalışan bir gönül var. Kargayı değil, bülbülü; kabalığı, zevksizliği değil, “ince”liği! İncemek budur. Meyvesiz ağacı boşuna sallamamaktır. Ne istediğini bilmek, nerede, nasıl davranacağının bilincine sahip olmak: Sırça gönlün erdemleridir bunlar. Bülbülü ve onun üstünde şakıdığı meyveli ağacı bulmak: Sanatı ve bilimle teknolojiyi.
İki sevgili düşünelim. Şöyle konuşsunlar: “İncedik mi? Hayır, incidik. Demek hâlâ başaramıyoruz sevmeyi!” Bir mezar taşı yazısı: “Burada hayatı boyunca incemeye çalışıp da, inciyen biri yatıyor!” “e” ile “i”nin farkı o denli güçlü bir ayırım yaratabiliyor. İnceyen bir dünyada, bu anlam dünyasının “kelebek etkisi” büyük olacaktır! Soru şu: Teknoloji yoğun dünyada insan inciyor mu? Elbet bu sorunun yanıtlarından birini dostluk ilişkilerinde görmek gerekiyor.
Gönüller arası ilişki nasıldır? Hüdâî, üçüncü dörtlükte ipuçları sunuyor. Dost kapısını bekler, gönül sahibi. Dostuna sâdık olduğu için. Dost, tasavvufî anlamıyla Allah’tır, hû (o) dur. Kullar arası ilişkide gönül sahipleri sâdıktırlar birbirlerine, gönüllerinin kapılarının önünde beklerler. Açılınca girerler. Destur çıkınca, izin verilince. Yaralarını onarırlar birbirlerinin. Örselenen, inciyen gönüller, incenir, onarılır. Yapılır. Gönüller yapılır. Ehl-î dilin, gönül dostunun incememe olanağı yoktur. Sevdâ, gönül gücüyle yaşanır. Gönülün yüce gücüyle. O güç, “sahraların” aşılmasını sağlayacaktır.
İncimeme tutumunun, “pısırıklık”, “korkaklık”, “geriçekilmişlik” olmadığı üçüncü dörtlüğün son iki dizesiyle bellidir: İncimemek için Mecnûn olmak, sahraların, bitimsiz sıkıntıların insanı olmak gerekir. İncemek, yiğitlik ister; Mecnûn aşkı taşıyabilen “mangal yürek”, aynı zamanda çölü incitmemeye çabalayan inceyiş ister; Leylâ’ya âşık olabilmek her yiğidin harcı değildir. Aşk, önüne gelenin yaşayabileceği, duyabileceği bir hâl değildir; kazanabileceği bir özellikle anlayabilip, kavrayabileceği bir yaşantı değildir. Aşk bir göze almayı gerektirir: Sahralara düşme cesareti ile sahraları incitmeme cesareti. Unutmayalım, incemek yalnız insanlara karşı takındığımız bir tavır değildir; güle, dikenine, ağacın dallarına, yapraklarına, çöle… de inceriz!
Bu cesur incelik, içinde derinlerde duran bir “teslimiyet” taşır. Gönül Mevlânâ ile şunları söyler:
Âteş ne-zened der dil-i mâ illâ Hû
Küteh ne küned menzil-î mâ illâ Hû
Ger âlemiyân cümle tabîbân başed
Hâlli ne küned müşkil-i mâ illâ Hû
Mevlânâ’nın bu sözleri Selâhî Dede’nin sûzidil ilâhisinde söylenir. Şöyle Türkçeleştirilebilir.
Kimseler yakamaz gönlümü, ancak O
Kimse kısaltamaz yolumu, ancak O
Dünyâ âlem herkes doktor olsa bile
Halledemez bu mûşkilimi, ancak O
Hû, O, kâînâtı yaratan, güçtür. Gönül sahibi duyar onu, “Hû”dur, o. Gönül haddini bilir, O’nu bilir. Görünenlerin ardında O vardır, Leylâ’nın ardında. Hû’nun sesini, âteşini duymadan dostun kapısında duramazsınız. Onun olmadığı bir gönül olamaz. Hû’nun sevinciyle dolar gönül, Hû’nun ağrısıyla zonklar. Yaşam enerjisinin kendisidir. Hayy olandır. Hayat verendir. Hayattır. İbretî şöyle diyor:
Bu gönül virânesin ta’mîr eder mi’mâr-ı Hû
Dilde ol hûrşîd-î aşk Rahşan eder envâr-ı Hû
Gönül asla tekebbür, kibirlenme, büyüklenme içinde olamaz. Tezellül tevâzudan da öte kendini küçük görme gönülün bir özelliği olabilir (Levinas’ın Öteki karşısındaki tutumu!). Bundan dolayı gönül kendini virân olarak görür. Virân gönül, deli gönülden farklıdır. Virân gönül, öteki gönüllere, Hû’ya kendini açan gönüldür: İmârını bekler, “ta’mîr”ini bekler. Hû, gönüller arası ilişkiyi güvence altına alan, gönüllerin içinde var olduğu gönül kürenin ayakta durmasını sağlayan güçtür. Tasavvufta Allah’tır. Farklı yorumları da olabilir Hû’nun. Evrendeki yaşam gücüdür. Bu gücün nurları (envâr) gönüldeki aşk güneşini (hûrşîd) parlatır (rahşan eder). Gönülleşimi, gönüller arası iletişimi, ilişkiyi, etkileşimi var kılan Hû’dur. Hû, gönülün anlaması, teslim olması gereken güçtür. Gönül, bu açıdan virâne “bî çâre vü bî-câ garib”tir (Çaresiz ve yeri, yurdu olmayan garip). Gönülün “oikotik” boyutundan söz etmiştik. Gönül, yurdunu arar, yerini. Garipliğini yaşar. Gariplik burada en azından yedi anlamıyla çıkıyor karşımıza: Garip, tuhaftır. Alışılmamış olan, sıradan olmayan. Çizgi dışı. Kendine özgü ikincisi, gurbettedir, “bî-câ”dır. Yolcudur. Üçüncü olarak, garip yabancıdır; nerede olsa, orada değildir, alışmış değildir aşînâ yaşama. Sonra yalnızdır, bir başına. Beşinci olarak, garip yoksuldur. Sonra çâresiz, bî-çâre. Son olarak, garip, dokunaklıdır, duyguludur, “inceyen”dir. Hû önünde gönül, haddini bilir, garipliğini, virâneliğini. Paradoksal biçimde gücünü de buradan alır. Teslimiyetinden.
Dördüncü dörtlük “rızâya, râzı” olmamızı söylüyor. Gönül, râzıdır zaten. Rızâ sahibidir. Hû, önünde, yaşam önünde, hayy olan önünde “kail”dir! “Kail” olmanın anlamları arasında “boyun eğme”, “kabullenme”nin yanında “söylemek”, “demek” de bulunuyor. “Hakka kail” olma, Hû’nun gücünü anlamakla, anlayıp söylemekle, söyleyip teslim olmakla sağlanır. Rızâ, hoşnutluğu, memnun olmayı; hoş görüp, kabul etmeyi; istemeyi, isteği anlattığı gibi dinî anlamıyla, kabaca söylenirse, kulun Allah’tan gelen her şeyi hoş görmesi, kabul etmesini, Allah’ın kulun yaptıklarını hoş karşılamasını da dile getirir. Gönülün gücü, rızâya, Tanrının verdiğine, Hû’nun belirleyici gücüne, yazgısına râzı olmasıyla ortaya çıkar.
Pir Sultan’ın pîri, Hudâî’nin mürşîdidir, irşad edeni, aydınlatanıdır. Gönül, gariptir, yalnızdır. Diğer insanlarla, diğer gönüllerle etkileşim hâlinde bir başınalıktır, bu. Gönül, diğer gönüller olmadan, dostlar olmadan, mürşîd, yol gösteren, kılavuz olmadan, yaşamın sınavlarından başarıyla çıkamaz.
Hakîkat şehrinin yolcusudur, gönül. Gönülün tahsili, öğrenimini geleneğimizin köklerinden aldığımız ipuçlarıyla değerlendirme olanağımız vardır: Gönülün “tahsil”i “mahsül” elde etmeye, ürün ortaya koymaya dayanır. Husüle getirme, ortaya koyma, meydana getirmedir, tahsil. Hakîkat yolculuğu, yaşantılardan öğrenilenle, yaşamdan devşirilenle, toplananla, yaşananın hasadıyla yapılır: Tahsille. Tahsil, tedrisi içerir elbette. Tedris, epistemik açıdan öğrenmedir. Daha çok kuramsal bilgilerle yürütülür. Gönül, dersi, medreseyi dışlamaz elbette ama tahsilin bir öğesidir tedris. Belki diploma, belge kazandırabilir insana; ama tahsilin kendisi değildir, tedris. Tahsil, olma, bilgiyle olmayı işaret eder. Bundan dolayı ta’limi de içerir. Ta’lîm, uygulamaya yöneliktir, her alanda, bilgilerin sindirilmesi, becerilerin geliştirilmesi anlamında önemlidir ta’lîm. Yetiştirmedir. Tedrisin, yaşam içinde uygulanmasıyla geliştirilen bilgi ve becerilerin, marifetlerin ta’lim kavramı altında toplanabileceğini söyleyebiliriz. Tahsil, terbiyeyi de içerir. Gönlün eğitimi böylece, tedris, ta’lim, terbiye üçlüsünde, kuram, uygulama, ahlâk boyutlarını içerir.
Hakîkat yolcusunun tahsili, yolda, yol boyunca, menzildedir. Menziller, duraklardır. Hakîkat şehrine yapılan yolculuklar, menziller geçilerek gerçekleştirilir. Menziller konak yerleridir. Menzilgâhlar, menzilhâneler, hakîkat yolcusunun soluklandığı yerleredir. Buralardan geçerek yolu incitmememiz gerektiği öğrenilir. Yolcuları da. Kendimiz gibi yolcuları da eğleyerek, oyalayarak, onları yollarından, yolculuklarından alıkoyarak gönül yolundan yürüyemeyiz. Biz akademisyenler, zaman zaman, belki de çoğu kez öğrencilerimizi eğitmek adına onları yollarından alıkoyarak iş yapıyoruz.
Tahsilin tedrise indirgendiği; tedrisin ezberciliğe, şekilciliğe dönüştürüldüğü bir dünyadayız “Hakîkat”, sözüne “yararlı bir uydurma” (useful fiction) olarak gören insanların, gücün, silahın, propagandanın, retoriğin, çıkarın, hırsın yönettiği bir dünyada “hakîkat şehrine yolculuk” sözüne dudak bükmesi doğal görünüyor. Bundan dolayı yolcuların sayısı çok az. Kapalı tarikat ilişkileriyle, terapistlerin divanlarında, iç huzursuzluğunu saklamaya yönelik ilâçların aldatmacasıyla inciyen, deyim yerindeyse incim incim inceyen bir dünyada sürüyor yaşam.
İncime tavrı, incemeyi önleyebildiği gibi hayıflanmayı da engeller. Pişmanlığı, üzüntüyü. Hüdâî’nin gönlü hayıf bilmez, vahlanmaz bir gönüldür. Onun gönlü, dünyada karşılaştığı ağır yaşam sorunları karşısında “hayıf bu gönlü dünya kararttı” demez!
Neden? Haktan, gerçekten, doğrudan ayrılmadığı için. “Bâtıl”dan uzak kaldığından dolayı. Haktan, gönül çabasını, gönül dikkatini, gönül rikkatini oluşturabilmek için hak ettiği emeğe duyduğu saygıdan ötürü ayrılmadığı için. Hakkı sevmeden, Hû’yu yüreğinde duymadan gönüle ulaşılamıyor. Gaybî şöyle diyor:
Hak’dan bize haber verdi erenler
Gönülde iste bul Hakk’ı dediler.
Gönül sahibi olanlar, erenler, gönlümüzdeki Hakk’ı bulmamızı önerirler. Hak etmişsek bulabiliriz. Yalancı, sahte olanı; ikiyüzlülüğü, zayıflığı, olmadığımız gibi olmayı uzaklaştırabilirsek kendimizden. Hakk’ı, Tanrıyı, gerçeği, değişenin ardındaki değişmeyeni, Allah’ın doksan dokuz isminden biri olanı kavrayabilmek için, gönül gücünün içindeki enerjiyi yönlendirmeyi başarması gerek: İsteyebilmeyi Hakk’ı. Hak ettiğini. Gerçeği. Hakîkati. Eşrefoğlu,
Haktan özge ne ki var
Gönlünden silen gelsin.
diyor. Türkçe’mizde Latin harfleriyle yazıldığında birbirine karıştırılan iki ayrı sözcükten biri, gerçek, Tanrı, hakîkat, diğeri ise toprak anlamında[5]. Aşık Veysel’in pek bilinen türküsünün şu dörtlüğü ilginçtir konumuz açısından:
Hakîkat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın, kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır.
Toprak Ana, Gaia, bu gezegende yaşamın oluşumunda önemli bir güç değil midir? Gönül sahibi “tarîk-i Hak”, “râh-ı Hüdâ” sahibi, Hak yolunun yolcusu olarak ayakları cân veren sâdık yâre değdiği için, bir balon gibi havalara çıkmadığından nefsini ıslâh etmenin yolcusudur aynı zamanda.
Nefsî ıslâh etmek, oikotik boyutu, çevreyi, çağı anlamakla başlar. Bir bilinçle. Kuddusî bir beyitiyle şöyle diyor:
Çün zerre vefâ bulmadım ihvân-ı zemândan
Şol yüzleri dost özleri düşmandan usandım.
“İhvân-ı zemân” çağın dostları, çağdaşlarımızdır. Kimdir çağdaşlarımız ? Gönülden uzak olanlar. Habersiz olanlar. Yüz ve öz ayrımını yaşayanlar. Yüzleri ve özleri arasında uçurumlar olan insanlar. “Öz yoktur yüz vardır” ya da “yüz yoktur öz vardır” diyenler; özleriyle yüzlerini buluşturamayanlar. Bunlarda özsüz yüz “inci” gibi sunulabilir.
İnciyen insanı, inciyen varlığı inci gibi görüp, inci gibi sunabilirler. Oysa, inci ile gönül alınmaz; inceyemeyen insan, inciyi bir değer sanır. İnci, incitir. Gönülleşim yaşayan, gönüller arası iletişimi yaşayan, incimez, incer. Ne kimseden incinir ne de kimseyi incitir.
Nefis muhâsebesi, nefis ıslâhı neden gereklidir? Nefsin gönülle ilgisi nedir?
Nefs, içinde farklı anlamlar taşıyan bir kavram. Bir kimsenin öz varlığı, öz benliği, öz kimliği anlamında nefsini bilmek, kendini bilmek, Hakk’ı bilmek demektir. İşin aslını, esasını. Bundan dolayı Nesimî
Nefsini kim ki bildi bildi Hakk’ı
Nefsini bilmeyenler oldu şâkî.
demiştir. Bir şeyin içi, merkezi, cevher, cân, ruh, hayat gibi anlamlarının yanında yaygın anlamıyla nefs, bedenin gereksinimlerini kapsar.
Bedenin arzuları tasavvufî anlamıyla hayvanî arzularıdır. Nefs, kötü, beğenilmeyen şehvet, ihtiras, “hevâ vü heves”, haset, hırs, kibir, gazap, hasislik, kin, tahammülsüzlük, dedikodu gibi zayıflıklar barındırır içinde. Eskiler, nefsin “cibilliyeti icâbı edepsiz” olduğunu söylerler. Arapça bir sözcük “cibillet”, insanın huyu, özü, mayası, yaratılışı gibi anlamlar taşıyarak dilimizde “cibilliyet” olarak kullanılıyor. Gerçekten “cibilliyeti edepsiz” midir nefsin? Nefsi, salt somatik, bedensel bir varlık olarak aldığımızda öyle görünebilir. Gönül “ıslâhat” yolunda yaşamı boyunca çabalar. Bu çaba, başlangıçta “edepsiz” olduğunu göstermez. Elbette bir yorumla gönül “nefis” ten fazladır: İnsan aklı çevresi de dâhildir gönüle. Bundan dolayı nefsimizden kurtulamayız. Gönül nefsi de içine alır. Yunus Emre,
Hayra döndü benim işim
Endişeden âzad başım
Nefsimin başını kestim
Kanatlandım uçar oldum
derken, nefsinin “kendi başına”, gönüle, gönül bütünlüğüne uymadan yaşamasının yolunu kesmiştir. Nefsimiz olmadan uçamayız. Uçsak da düşeceğimiz yer kara topraktır, “hâk”tır, diğer anlamıyla gerçektir. Gönül nefsimizi nefis (herkes tarafından beğenilen, hoşa giden!) hâle getirebilmek için emek harcar. Edep buradadır. Edeb, (çoğulu âdâb), Türkçemizdeki söyleyişiyle edep, “güzel ahlâk”, töre, gelenek anlamlarını da taşıyan, “yoğun” bir kavramdır (“Çekirdek” kavramdır, farklı yorumlar zenginliğini içinde barındırdığı için…). Edep, inceyen insanların yaptıklarından, tavırlarından oluşur. İncinme ve incitmeden kaçınmak için ölçülü, haddini bilen, nâzik, zarîf eylemlerde bulunma. Hakk’ın, Hû’nun huzurunda olma bilinci. İlm-i edeb, bizde edebiyat “ilim”i anlamına gelse de gönlün, edebiyle, inceyişiyle edebiyatta kendini göstermesi sonucu, edebiyat metinlerinde gönlün edebiyle araştırılmasını da içeren bir çalışma alanı olarak da yorumlanabilir.
Sonunda diğer türkülerde yaptığımız gibi, bu dördüncü ve son türkümüzü de bir çizelgede toparlamaya çalışabiliriz:
GÖNÜL ALANI |
GÖNÜL HÂLİ |
GÖNÜL TAVRI |
GÖNÜL GÜCÜ |
Engin[6] |
İnceyen |
Cesur |
Aşk Sazını Çalan |
Ürün Veren |
Güvenen |
Kendini Tanıyan |
Aşk Sahrasına Düşen |
|
|
Haddini Bilen |
Yaşama Özen Gösteren |
|
|
Bağlanan |
Nefs Islâhını Hedefleyen |
|
|
Hakça Duran |
|
|
|
Hakkı Seven |
|
|
|
Gönül Alan |
|
GÖNÜL ANLATIMI: Dolu Dolu Yaşamadan, Göze Almadan, İncemekten Yana
DÖRT TÜRKÜNÜN ARDINDAN
Dört türküyle, gönlün alanını, hâllerini, tavrını, gücünü, elbette birçok belirsizlikleri, karanlık noktaları ile kısaca gözden geçirmiş olduk. Türkülerde, gönül dertlerinin bir anemnezi’sini görebiliriz. Gönül oralarda da dile gelir. Genel olarak bakıldığında, gönül her anlatıda, metinde, nağmede, resimde, heykelde, seramikte… Kısaca insanın ürettiği her şeyde keşfedilebilir. Yalnız insanın değil doğanın da oluşturduğu her varlıkta. Yeter ki gönlü okuma kaygısı, derdi, ateşi düşüversin içine.
Elbette, temeldeki sorun çok açık biçimde yanıtlanamıyor henüz: Nedir gönül? “Ontolojik statüsü” nedir?
Türkülerle çıkılan yolculukta belki de fark edilmesi gereken bir ayrım ortaya çıktı. Yaşanan ve anlatılan gönül ayırımı. Gönül, birey olarak alındığında insanın yaşantılarını bütünleyen, “organize” eden bir yaşam gücü. Kazanılan, kazanıldığında ise adım adım “ıslâh” a gerek duyan bir güç. Eko-biyolojik boyutları var. İnsan bu güce sahip olup, adını koyamayabilir. Anlatamayabilir. İçten yaşanan, deyim yerindeyse, fenomenal olarak duyulan gönülle anlatılan gönül arasında ayrım olduğu gibi, anlatımlar arasında da, bağlam farklılığından da kaynaklanan ayrımlar var. Gönlü türkülerle anlatmakla, bir öyküde, bir denemede, bir akademik metinde anlatmak elbette farklılıklar taşır. Duyuş ve anlatış farklılıkları, duyuş ile anlatış arasındaki farklılıklar gönül kâşifinin dikkat etmesi gereken noktalardır.
Gönülün tarihi yazılmadı daha. Bunun için “gönül” kavramının characteristica distincta’sını ayırıcı özelliklerini belirlemek gerek. Differentia, incelmiş çalışmalarla, Batı kültürünün ve düşüncesinin içinde felsefe odaklı araştırmalarla ortaya çıkarılabilir. Önce characteristica specifica’sını oluşturmak için kendi kültürümüzün “gönül gösterici” metinlerine yönelip, oralardan okumalar yapmak gerekebilir.
Türküler bu açıdan yüzyılların birikimiyle oluşmuş yaşam deneyimlerini, toplumsal, kültürel bilinçdışına işlemiş önemli gönül hazineleridir. Benzer hazineleri masallarda, destanlarda, bilmecelerde, mânilerde, şarkılarımızda, edebiyatımızın bütünün de bulabiliriz.
Türküler zamanca çok eskilere gidiyor. Bu anlamda temporal bir derinlik taşıyor. Halkın içinden, çok farklı coğrafyalardan geldiği için oikotik genişliğe sahip.
Gönülleyim gönül okumalarının adı olsun. Gönül Araştırmalarının. Bir gün Gönül Araştırmaları kurumları kurulur bu topraklarda. Oralarda bir kenz-i mahfî, gizli hazine olan gönül, kendini adım adım okutur, açar. Umalım.
Bir karalama olan bu çalışmamı Aşık Hüdâî dosta bir selâmla bitireyim.
Esip yazamadın anla havanı
Ne kaleme sarıl ne yeli incit
Ahmet boş duruyor gönül kovanı
Ne çiçeğe dokun ne balı incit.
---------------------------------
Ağustos 2007, Ankara
NOTLAR
- Gönül kavramı ile ilgili yazıya geçirebildiğim görüşlerimin bir bölümünü şu iki kitabımda bulma olanağı vardır; Teknoloji Benim Neyim Oluyor? (Ankara: ODTÜ Yayıncılık 2005 (1997) ). Yaşam Bizi Çağırırken ( Ankara: Aşina Kitaplar, 2006)
- Platon, Şölen (Συμποσίον), 206B
- Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü ( İstanbul: Marifet Yayınları, 1999), 106
- Nasuriddin Tusi, Ahlâk-ı Nâsırî, ( 1232-33), Türkçe çev. A. Gafarov, Z. Şükürev (İstnabul: Lİtera Yayıncılık, 2007), 94
5. “Hakk”, Arap Alfabesinin altıncı harfi Hâ ile yazılıyor, ebced hesabında bu harfin karşılığı 8’dir. Üzerinde nokta olmayan “hâ”dır, ona “Hâ-i mühmüle” de denir. Gerçek, Tanrı, doğru, adalet, bir iş karşılığı alınması gerekli pay… anlamlarını taşıyan sözcük budur. Toprak anlamındaki hâk ise Farsça bir sözcüktür, üç harflidir, aradaki harf eliftir. Bu sözcükteki ilk harf, Arap Alfabesinin yedinci harfidir, ebced hesabındaki değeri 600’dür, noktalı “h”dir, hâ-i menkute, ha-i meftuhe gibi isimler alır.
6. “Engin” sözcüğünün en azından iki anlamıyla: 1. Uçsuz bucaksız 2. Alçak gönüllü