KAYGI GÜLÜ AÇARKEN

KAYGI GÜLÜ AÇARKEN

KAYGI GÜLÜ AÇARKEN

                                                                                                           Sunuvermiş kaygı gülünü Türkçem

                             Dikenleri düşüncemi kanatır.

                             Yıldız olur, kaygı göğünü bahçem,

                              Anlam açan çiçeklerle donatır.

 

           

                                                               KAYGI GÜLÜ AÇARKEN

 

Hiçlik kaygısı kaygıların hasıdır. Boşluğu, sallantıda olmayı yaşamaktan kaynaklanır. İnsan mânâ zeminlerine dayanarak yaşıyor. İnançları, doğru diye belledikleri görüşleri, düşünme biçimleri var. Dayandığı zemin ruhsal, toplumsal, kültürel, ahlâkî destek sağlıyor. Zemin bize emniyet veri­yor. Yuvamız, barınağımız güvencemiz oluyor.

Mânâ yitimi ayağımızın altından bu zemini alıyor, kaydırıyor. Bunun verdiği acı, boşluk duygusu, sendeleme, bedence, duyguca, düşünce ola­rak varlığımızı sürdürmemizi, çevremizle sağlıklı bir biçimde yaşamamı­zı engelliyor. Mânâ yitimi, günlük yaşam içinde çoğunlukla istenen bir durum değildir. Yaşamın “olağan”, “alışılagelen” akışını çarpıtır. Denge­leri alt üst eder. Toplumsal yaşamı bozar; kültürel uyumu zedeler, ruhsal yaşamı sarsar. Bu yüzden mânâ yitimi “hastalık” olarak görülür: Hekim­ler, danışmanlar, dostlar, yitirilen mânâ zeminimizi “yeniden” yerine koy­maya çalışır. Zemin yerine oturtulacak; yaşam olağanlığına kavuşturula­caktır. Zemin, ekonomik, toplumsal, kültürel, ruhsal, hukukî, ahlâkî, siyasî boyutlarıyla altımıza konmuştur. Gelenekten, eğitim düzenimizden, yaşama biçimimizden destek alır: Zeminler altımıza çatılmış, biz de üstüne konulmuşuzdur. Mânâ hazırdır; zemin yaşayışımızın altına serilmiştir. Zeminlere sahip çıkılmalıdır: Sıkı sıkı sarılmalıdır. Ruh “sağlığımız” için, inançlarımız, değerlerimiz, dünya görüşümüz için. Böyle denir, böyle öğ­retilir.

Mânâ zemini, bizimle yaşamalıdır. Yaşayışımıza “oturmalı”, yaşayışı­mızı bütünlemelidir. Öyleyse, sürekli dönüşen yaşam içinde mânâ zemi­nimiz, zeminlerimiz (birden çok, “dayanak” noktamız, değerler düzeni­miz olabiliri) bu değişimden etkilenmeksizin varlıklarını sürdüremezler. Değerler alanında yaşayışımızın temel zorluklarından biri de bu: Yaşa­yışımızdaki hızlı değişime (bilimde, teknolojide, sanat ve düşüncede...) a­çıklama getiremeyen, destek sağlayamayan değerlerimizin, değer düze­nimizin, bir anlamıyla mânâ zeminimizin yarattığı sorunlar... Yaşamla beslenemeyen, tazelenemeyen mânâ zeminlerimizin kokuşması... Hayatı­mızın tatsız tuzsuz bir hâle gelmesi.

Kokuşan yaşamın dönüştürülmesinde kaygıların hası hiçlik kaygısının katkısı olabilir. önce, bu kaygıyı, günlük dildeki anlamlarıyla, farklı “kaygılar”dan nelerin ayırdığını görelim.

 

 

VlDI VIDI DÜNYASINDA SIRADAN KAYGILAR

 

Sağlamlığını güvence altına almak istediğimiz mânâ zeminimizde kaygı­lardan azâde bir hayat sürmek isteriz. Kim kaygılı bir hayatı ister ki?

Geçim sıkıntımız olmasın isteriz. Yaşamımızı sürdürürken, ayakta kalmamızı sağlayacak, karnımızın doymasını, bedensel gereksinmeleri­mizin karşılanmasını desteleyecek maddesel zeminin sarsıntısı bizde ha­yat gâilesini doğurur. Geçim sıkıntısının yarattığı bu vıdı vıdı kaygıya, hayat gâilesi ya da kısaca gâile diyebiliriz. Burada “vıdı vıdı” sözü, bu kaygıyı küçümsemek için söylenmedi. Gâile, zemin koruyucu, zemine ya­pıştırıcı bir kaygıdır. Bu tip kaygılar, vıdı vıdı dünyasında yaşanır. Bu dünyada hiçlik kaygısı yoktur. İnsanlar körü körüne bağlandıkları inançlarının bu inançların dayandığı zeminin ya da zeminlerin farkında değil­lerdir. “Yaşamak”la, “yaşayıp gitmek” arasındaki ayrımda ikinci tarafta dururlar.

Başarısızlık korkusu, sıkıntısı, beklentisi; geçmiş başarısızlıkların ya­rattığı çöküntüyle gelecekten umudunun kesilmesi; bu yaşantılar öbe­ğine de tasa diyorum. Tasa, bir eyleme geçmeden önce, bu eylemi başa­ramayacağımız korkusudur.

Bu korku, baş dönmesi, mide bulantısı, hareket edememe, kısaca, be­densel işlevlerde çeşitli bozukluklar olarak kendini belli edebilir. Tasa, hayatımızı karartır. Yaşama sevincimizi, umutlarımızı öldürür. Tasa kumkuması insanların çekilir insan olmadıklarını gözlemleyebiliriz. Tasa, ya­şadığımız çevreyi, bir düşman çevre hâline dönüştürür. Düşmanlık duyulmasa da bir yılgınlık, bıkkınlık tasanın görünümlerini oluşturur. Yakınmacı biridir, tasa kumkuması, sürekli yakınır. Beğenmez, sevemez. Ruh tembelidir. Ruh devinimi çok yavaşlamıştır.

Vıdı vıdı dünyasında gâile ve tasanın yanında tedirginlikten de söz et­mek gerekir: Mânâ zeminiyle diyaloğu olamayan insanlarda, çatışmalar yaşayan, fırsatlar kaçırdığını düşünen, yaptıklarından pişmanlık duyan, suçluluk, günah duygusu yaşayan; kendi öz saygısını yitirmişlerde tedirginlik gözlemlenebilir: Seslerden, görüntülerden, ilgiden, ilgisizlikten... hep rahatsızdırlar. Sürekli rahatsız olmaya hazır hâlleri vardır.

Öfke, vıdı vıdı dünyasındaki kaygılarla bir açıdan ilgili olabilecek bir duygu. Kaygısız da öfke olabilir. Yapılan bir haksızlığa karşı tepkiniz öf­keyle ortaya çıkabilir. Öfke, bir eğilim, bir karakter özelliği olmaya başla­mışsa, arkasındaki kaygıların bir belirtisi olabilir.

Vesvese... Anlam zeminimizin dehlizlerine itilebilecek vıdı vıdı dün­yasının, vıdı vıdı kaygılarından biri. Gerçeklikten kopmuş, sağlıklı yaşan­tılara dayanmayan, ruh estetiğimizi bozucu, çevremizdekileri incitici, be­ceriksizce yaşamaya itici bir olumsuz kaygı. Günlük yaşamın kaygı çukuruna düşmüş insanların yardıma ihtiyacı elbette vardır. Hepimiz bu çu­kurlara kolayca düşebiliriz. Bu çukurlara düşüşümüzde, çıkma çaba­mızda, kaygının olumlu anlamda dönüştürücü etkisi olabileceğini çoğu kez unutuyoruz. Vıdı vıdı kaygıların mânâ zeminimize, bu zeminimizin yaşanışına yaptığı “zararlı” etkileri görmek gerekir. Vesvese, mânâ zemi­nini aşındıran, çürüten bir kaygıdır. Duygu yaşamının bir özelliği olarak, bu “olumsuz” durum, mânâ zeminimizin değişmeden, kokuşarak sürmesine yardım eder. Vesvese mânâ zeminini besler; çirkinlikleriyle, bozukluklarıyla besler.

Kuruntu, vesveseden daha “gelişmiş”, bir vıdı vıdı kaygıdır. Tedirgin­lik, çevreden olumsuz yönden çabuk etkilenmeyle kendini gösteriyordu. Bu anlamda, kendiliğindenliği fazla bir kaygı. Vesvese, tedirginliğe göre biraz daha düşünce ve düş gücüyle beslenmiş durumdadır. Kuruntu ise, vesveseden daha ileride, daha fazla “kurgu” ve “uyduma”lardan, yakış­tırmalardan oluşmuştur. Hüsnü kuruntu da bir kaygıdır, ilk bakışta öyle görülmese de. Kendimiz hakkında yarattığımız “olumlu” özellikler taşıyan bir masaldır; bu masala ihtiyacımız vardır; bu masalı yitirmekten korkarız; kaygımız buradan kaynaklanır: Uydururuz ve uydurduğumuzun gerçeklik karşısında yıkılacağı kaygısı yaşarız.

Elbette, bu yazımda ne kaygının ne de burada kendimce betimlemeye çalıştığım türevlerinin “tanımlarını” verebilirim. Amacım ipuçları vermek yalnızca. Türkçe’deki kullanılışlarından yola çıkarak, kendimce anlamlar vererek, ayrımlar üzerine düşünmeye çalışmak. Bunun için ne psikolojide ne ruh hekimliğinde ne de felsefede herhangi bir kurama yaslanıyorum. (Doğrusu, günlük dil düzeyinde tartışılan psikolojinin -folk psychology- sınırları içindeyim. Bir okurum, yazılarımda hiç dipnotu olmadığını söy­leyerek kendimden önceki, kendimin dışındaki birikimi yadsıyıp yadsı­madığımı sormuştu! Yazılarımdaki görünmeyen dipnotlarını elbette erbâbı bilir. Bu söz bir hüsnü kuruntu mudur? Mânâ zemini işçiliğine kalkış­mış birini yargılama, hem bir ömür boyu süren tüm çalışmalarını görme kaygısıyla yürütülmeyi gerektirir hem de temel kaygılarının ve dayanaklarının anlaşılmasını. Bir insanı yargılamak onun kaygılarını anlama kay­gısı taşıyarak gerçekleştirilmeli!).

Günlük yaşam, vıdı vıdı dünyası içinde sürüyorsa (çağımızda çoğun­lukla öyledir!) kaygı, bu dünyada vıdı vıdı kaygı adını almakta, çeşitli tü­rev kaygılar oluşturmaktadır: Gâile, tasa, tedirginlik, vesvese, kuruntu... gibi. Bu türev kaygılar, bedenimizin sağlıklı işleyişini, duygu dünyamızın düzenini, düşünce yapımızı, çevreyle olan ilişkimizi bozmakta, çarpıtmaktadır. İşte vıdı vıdı dünyasının kaygı çukuruna düşmüş insanları yö­netmek bir iktidar için ne kolaydır! (Yoksa, bu türev kaygılar yaşayanlar âsi mi olurlar? Teröre mi başvururlar?)

 

KAYGI ÇUKURU DÜŞÜCÜLERİ

Kaygının biyolojik kökeni unutulmamalı. Canlıyı çevresine bağlar; onun çevresiyle baş etmesine katkıda bulunur. Kaygı çukuruna düşenlerin yaşa­ma kavgasında başarısız olmaları, kaygı gücünü kendi “yararlarına”, varlıklarını sürdürme çabasında kullanamamalarından kaynaklanır. Buradan çıkarak, kaygı çukuruna düşenlerin “yaşama savaşında” tümüyle başarısız olduklarını da söyleyemeyiz. Kaygı çukurundakiler, yaşayıp giderler ama bir çukur yaşamıdır onlarınki.

Nedir kaygı çukuru? Kaygının bizi vıdı vıdı dünyasında koyması sonucu, kaygının “yaşayıp gitme”den “yaşamaya” dönüştürülemeyişiyle çakılıp kaldığımız yaşama alanıdır. Çukur, yaşamaya açılamaz; yaşamaya çıkış sıçrama gerektirir, zor bir sıçrama. Çukurda kaygı, kaygı için çalış­maya başlar; hayatın değerlerinden, amaçlarından, yaşama sevincinden, sevgiden, dostluktan, yaratma heyecanından kopmuştur. Kaygı kendi ba­şına çalışmakta, boşlukta dönüp durmaktadır; yaşamayla olan bağı kop­muştur; bizi atılımlar yapmaya, kendimizi gözden geçirmeye götürmemektedir.

Neden çukura “düşenler”den değil de, düşücülerden söz ediyorum? Zaman zaman hepimiz düşeriz kaygı çukuruna, içimiz yanar, yüreğimiz burkulur; rahatımız kaçar, huzurumuz uçar gider; bir biçimde çukura ça­kılıp kalmayız, çukurun devamlı “oturucularından”, sâkinlerinden olma­yız; çukur bir tünele dönüşür, umut ışığı yanar, çıkar gideriz. Düşenler, çıkma şansı olanlardır. Düşücülerse, zaman zaman çıksalar da çukurdan, sık sık ziyaret ederler çukuru; onların yaşayıp gitme biçimlerinde çukura kendini kapatma da vardır: Çukur hep yollarının üzerindedir, içine düşe­cek düşücülerini aramakta, beklemektedir. Fenâ fil hufre çukurda yok olma, çukurlaşma bu düşücülerin işi değildir çünkü, düşücü, belki sisifos efsânesinde olduğu gibi, çıkıp çıkıp düşendir; bir ucu “yaşayıp gitme”dedir, vıdı vıdı dünyasındadır, çukurda yok olmaz, çukurda yaşarken “bu­lunma” anlamında var da değildir: Kaygı onu yokla-var arası tuhaf bir hâ­le sokmuştur. Çukurdan çıktığında kendini yaşam karşısında savunmasız hisseder, kaygıdan kurtulmak için kaygıya dönmek zorundadır! Bir koza gibi örmüştür ruhuna kaygısını, düşücü. Ne kaygıyla ne de kaygısız yaşa­yabilir. Belki bu durum doğanın bir oyunudur, insan türünün özellikle bu yüzyıldaki ruhsal serüvenine: Kaygı, yaşamayla bağını yitirince, kendi üzerine dönmüştür. Ruhun gerçeklikle bağında bir “çarpıklık” söz konu­sudur. Kaygı enerjisi, yaşamaya “tutunmaya” değil de boşlukta sallan­mak için kullanılmaktadır. Bu sallanış, vıdı vıdı dünyasının boşluğunda olup bitmektedir; bu dünyadan ne bir çıkış isteği, niyeti, ne de bu dünya­nın rahatsızlığını yorumlama isteği taşır.

“Hafriyat”, kazı işlemi, doğar doğmaz başlamıştır: İlk “haffâr”lar (ka­zıcılar) anamız, babamız, yakın çevremizdir. “Öcüler”, “doktor, polis amcalar” ilk korkutucularımızdır. Bunlar yaratılır ve biz içimizde öcülerle kaygı balçığında yürümeye başlarız. Yarışma dünyasında, iyi okullarda okuyup, iyi başarılar elde etme, toplumda saygın bir yer edinme kaygıları bize aşılanır; doğrusu bu kaygıların çukuruna itiliriz. Dişimizi sıkarak okullarda okur; dişimizi sıkarak işimizi yaparız. Yaşam bir işkenceye dö­nüşmüştür artık; lânet olası hayatın tadı tuzu elimizden alınmıştır: Sürekli yapacağımız işler vardır, bitirilmesi gereken işler. Oysa işler hiç bitmez. Bitsin de istemeyiz. Çukur yaşamı kaygı içinde kaygısızlığı öğretir bize. Alışkanlıklar ediniriz, işimize tümüyle kendimizi verir, kaygılardan uzak bir yaşam sürdürmeyi bekleriz.

Çukura düşücülerin yardımına nasıl gidilir? Dostlarımıza sık sık, olur olmaz şeyleri kendilerine dert edinmemelerini, kaygıdan uzak bir yaşam sürmelerini öneririz. Bu tutumu yanlış buluyorum. Kaygıdan uzak bir ha­yat yaşamaya değmez. Çukura düşücülerin öncelikle aynaya gereksinimi vardır. Kaygıdan kaçılmaz. Kaygı tüketilemez.

Çukura düşücülerin kendi içlerine tuttukları ışık önemlidir, Çukura düşücülerin kendileriyle yüz- yüze bir ilişkiye gereksinimleri vardır. Ruh, çukura düşmüş, çukurda kendi yüzünü unutmuştur. Çukurda, çukurun dışını, insanları, evreni u­nutmuştur. Çukurda kendi ruh dünyasının çamuruna batmıştır; dünyası küçülmüş, ruhu küçülmüş, yaşama enerjisi “boşuna” akmaya başlamıştır.

Çukura düşücülerin yardımına, kendileriyle, duygularıyla, düşüncele­riyle, çevresiyle hesaplaşabilenler koşabilir. Onlara kendi içlerindeki sesi dinlemeleri söylenebilir. Vıdı vıdı insanın içindeki ses, ona yol göstere­mez; içindeki ses ona, para kazanmayı, ünlü olmayı, dünyada başarılı ol­mayı söyleyebilir. Doğrusu kaygı çukuru düşücülerinin, vıdı vıdı dünyası dışına taşıyabilecekleri dünyaları yoktur.

Çukur, onları kendileriyle muhabbetten alıkoyar; dünyayı ve evreni bütünlüğü içinde görmelerini engeller. Çukur insanı, sürekli olarak kendi­sinin birileri tarafından yönetildiğini, kendisine buyruklar verildiğini his­seder. Çukur insanının bu anlamda, bir iç özgürlüğe sahip olmadığını görüyoruz. İtilip kakılan, bir türlü içselleştirilemeyen, sürekli diğer insanlara göre yaşanan bir yaşamdır, çukur yaşamı. Kaygı, belimizi büker, “ihtiyâr”ımızı, karar verme gücümüzü elimizden alır. Üzerimizde sürekli insan bakışı hissederiz. Hep bakanlara, baktığını düşündüğümüz insanlara göre yaşamaya çalışırız.

Kaygı, özerkliğimizi, özgürlüğümüzü, diğer insanlara yönelmiş ahlâksal yanımızı, sevgi dünyamızı, dayanışma duygusunu, öteki insanları din­leme, anlama isteğini elimizden alır. Ruhumuzu güdükleştirir.

Vıdı vıdı dünyasının, çukurlara savuran bitmek tükenmek bilmeyen kaygılan, bizi yaşamaya, sağlıklı bir biçimde gerçekliğe bakışa götüremediği için, gaflet içinde bırakabilir. Kaygısız insanların, vurdumduymaz tavırları, davranışları, eylemleri, gaflete çok yaklaştırır. İnsan ve dünyası kaygıyla araştırılır. Tartışmalar, düşünce ileri sürmeler, varlığı tanıma, kaygımız olmaksızın gerçekleşmez. Dünya bizim kaygımızdır. Dünya umurumuzdadır. Kaygı, bir yaşama sorumluluğudur bu anlamda. Çukura düşürücü kaygılarla değil işimiz; çünkü biz hem kendimizle yüzleşmek­ten korkmadık hem de öteki, ötedeki görüşlerle, düşüncelerle, insanlarla, canlılarla varlıklarla iletişimimizi kesmedik. Ufkumuz, kendi iç dünya­mızı taşıyacak denli derin; öbür ufuklarla birleşmeye, söyleşmeye, yüz­leşmeye, tartışmaya, kavgaya hazır olacak kadar, geniş; heyecanını, de­vingenliğini yitirmediği için hep yükseklerdedir.

Çukura düşücünün dünyası, küçük vıdı vıdı kaygıların yumağından oluşmuştur. Bu dünya kaygılarını kaygı tamircilerine bırakıp, bir başka â­leme, endişe iklimine yönelelim.

 

ENDİŞE İKLİMİNDE

 

Vıdı vıdı kaygılardan endişe iklimine çıkmak kolay değildir: Güçlüdür bu dünyada kaygı çukurunun çekimi. Bedenimizi düşünelim. Ağrımız var mı? Sağlıklı mıyız? Ya kansersek? Ya şimdiye dek tanısı konulamamış bir sayrılık bedenimizi kemiriyorsa? Bedenimiz böylesi sorularla yuvarlar bizi çukura: Belki de ağrımayacak olan beden, ağrımaya başlar; girdabına süsleniriz kaygının. Bu kaygı bizi kaplar, mânâ zeminimizi daraltır; hapis düşeriz dar anlamlara. Kaygı tıkar bizi, kaygıya tıkılırız. Yıkılsak, yıkılmayız; kör olası kaygı bizi ayakta tutar, olduğumuz yerde, battığımız yerde.

Duygularımızı düşünelim: Kuşkularımızı, güvensizlerimizi. Ya de­dikleri yalansa ya beni aldatıyorsa? Onu seviyor muyum? Nefret mi ediyorum? Nedir duygum ona karşı? Bu duygu belirsizliği vıdı vıdısı. Duygularımızın iki yüzlülüğünden utanma vıdı vıdısı, kimi düşünürlerin (Kierkegaard!) derin bulduğu bir vıdı vıdı. Gizli suçluluk duyguları. Günah duygusu. Pişmanlık. Hep eksik hep yanlış hep bir şeyleri kaçırıyor olma­nın ağır yükü: Öyle olmasak da kendimizi öyleymiş gibi duyma. Kendi­mizden tiksinme. Değersiz bulma.

Korkularımız: Kayıyor kaygı ayaklarımızın altından, gerçek kayıyor: Soluk almaktan korkuyoruz, adım atmaktan; kırılıveririz, düşüveririz. Kaygı enerjisinin tersine işleyişi, insansı dünyaya, yaşamaya bağlayacak kaygı; gerisin geriye işliyor, bizi kendimize çakıyor.

Düşüncelerimizin işleyişlerini düşünelim. Öylesine işliyorlar ki çukur açıyorlar önümüzde. Kuruyoruz boyuna, dahiyâne kurgular; kaygıların sırça sarayında, kaygıların kör akışını, engelleyici gidişini, düşünce akışı­mız hünerle destekliyor: Nous(akıl) aşırı güçleniyor, aşıyor sınırlarını, para-noetik alana giriyoruz, para-noia’ya. Akıl kendini kemirmeye başlıyor: Kaygı seli işgal ediyor aklı, akıl kaygıya teslim oluyor; kaygının forsası oluyor.

Çevremizle ilişkilerimizi düşünelim: Saçtığımız kaygılarla uzaklaştı­rıyoruz çevremizdeki insanları. Toplumsal bağlar çözülüyor. Kültürümüzle bağ kuramıyoruz. Türkü söyleyemiyoruz. Şiir okuyamıyoruz. Tav­la oynayamıyoruz. Gülen insanlara kızıyoruz. Mutlu insanlar canımızı sı­kıyor. Herkes bizim gibi kaygılansın, herkesin kaygı çukurunda canı çık­sın istiyoruz. Kaygı cehenneminde yanıyoruz.

Endişe iklimi, kaygıya olan bakışımızın, tutumumuzun değişmesiyle yaşanabilir. Bir zemin değişikliği gereklidir, psikolojinin deyimiyle bir çerçeve değişikliği (Gestalt Switch!). Kaygının, bizi batıran, kalakaldıran, yapıştıran etkisini dönüştürmeye hazırlık olacak bir değişiklik iş başında­dır, iklimin yaşanabilmesi için.

Endişe iklimini anlamaya Dîvan-ı Lügat-üt Türk'ten yola çıkarak baş­layalım. (Türkçe’min kaygı gülü oralarda açıyor!) -Türk Dil Kurumu Ya­yınları, çeviren Besim Atalay, 1986-

 

Tiriğ erse turugsadı

Anğar sakınç küni togdı

(III, 333, ll-12)

 

“Yaşadıkça, durmak istedi, sağ kalmayı arzu etti; onun için sakınç küni ‘kaygılı günler’ doğdu.” Bu sözleri yer aldığı bağlamdan “kopararak” yo­rumluyorum; elbette bu sakıncalıdır; amaç kaygı bahçesini anlamaktır; çi­çekler yer değiştirebilir! Kaygılı günler niçin doğdu? Sakınç günü, sakın­calı gün, kuruntulu gün, günlerin sebebi nedir? Sağ kalmak! Yaşamayı is­temek! Burada, konumuz açısından, vıdı vıdıdan çıkış kapısını görebili­riz. Belli bir yaşam biçimi vardır ki, bize sakınç günlerini hazırlar! Bura­da sakınç bizi esir almıyor: Sakıncın başımıza neden belâlar açabildiğini görmüyoruz. Belli yaşama biçiminde “turugsamak”, duraksamak, durmak dert kervânına katar bizi. Kaçmamız gereken şeydir bu yaşadıklarımız, sakınılacak bir şeydir. Kaygının endişe iklimindeki adı “sakınç”tır!

 

Kaçtı sakınç sevnelim

(I, 142-17)

 

Ne güzel bir söyleyiş: Kaygı bulutları dağıldı, hadi sevinelim. Kaygıya böyle bir bakış, çukura götürür mü insanı? Kaygı, istemeyerek gelendir, bir belâdır. Bir yazgıdır; bir yağmur gibidir örneğin, yağar ve biter. Gü­neş açar sonunda. Sevinç başlar. “Sakınç”ın kendisi dert edilmez. Kaygı­ya sığınılmaz. Kaygı uzağımızda durmalıdır.

 

Mende bulnur sevinç otı kadhgu atar

(III, 374-6)

 

Sevinç otu, doğadan gelir; insan tüm doğallığı içinde, kuşlarla, böcekler­le, dağlarla, toprakla, ağaçlarla yaşar. Varsın, kadhgu (kaygı) buyursun gelsin! Otu yedik mi sevinçle dolar içimiz. Vıdı vıdı kaygıdan endişe ik­limine geçişte doğanın farkına varırız. Çevreyi duyarız. Kaygıyı sevinçle ilişkiye sokabiliriz: Artık kaygı ruhumuza çökmez, tüm duygularımızı ele geçirmez! Duygu çoğulluğunu, farklı duygular yaşayabileceğimizi anla­rız.

 

Üdhik mini komıttı

Sakınç manğa yumıttı

(I, 69, 8-9)

Sevgi beni coşturdu, sıkıntı başıma toplandı! Sevgi ve coşkunun yanında sakınç duruyor! Ne güzel kaygıdır şu sakınç: Entellerimize, çok bilmiş aydınlarımıza nasıl öğretmeli? Sakınç otu var mıdır acep, viskilerine ko­yalım içsinler! Sevinç otu bizim şerbetimizde bulunsun, sevinç otunu i­çip, sevinç atıyla dörtnala koşalım, çukur ötesi diyarlara. Sevinç otu, odu­muz olsun, içimizde yansın bu od, çukurdaki psiko-analist arkadaşlara se­lam verip yola koyulalım:

 

Sakınç kudhi kizleyü

Tün kün bile sevnelim

(I, 100,7-8)

 

Sıkıntıyı, kaygıyı çukura, kuyuya gizleyip, gece gündüz sevinelim! Nere­ye gizleyeceğiz sıkıntıyı? Çukura, kuyuya. Hangi çukur o? Vıdı vıdı çu­kuru. Kaygı kalsın orada. Kimseler görmesin kuyuya atalım kaygıyı. Kaygı kuyuda olsun. Biz olmayalım kuyuda. Kaygı çukurunda kalsın. Yeri de orası. Dikkat edin: Kaygı ortadan kaldırılmıyor, yalnızca gizleni­yor! Gizlenen kaygının ardından düğün bayram! Ne güzel kaygıyı gizle­dik! Oysa çağımız çukur aydınının marifeti, kaygısını başımıza kakmak­tır. Aydınım, kaygılıyım. Ancak, salaklar, geri zekâlılar kaygısızdır. Ay­dın salak olmadığına göre kaygılı olmak durumundadır. Sakıncı baş tacı edip üzüm üzüm üzülelim aydın kardeşlerim. İnsan suçluluk duygusuyla doğar (Batılı insan “ilk günah” ın suçuyla!). Hatırlayıp kahrolalım. Se­vinç bize yakışmaz çağımız aydını vıdı vıdı dünyasında yanmaktadır! Sevinç, endişe iklimine çeker bizi. Dikkat edin, cennet değil, bu iklim; endişeli iklim, kaygının güzelleşmeye, varlığımıza katkıda bulunmaya başladığı bir iklim. Kaygı, eski dilde kadhgudur, yani katkıdır: İnsana bir katkı. Bu katkıyı anlayamayanlar onu belâ, onu lânet olarak gömüşlerdir! Kaygı, bizi endişe ikliminden de öteye taşıyacak bir güç olarak, bir kayradır, bir lütûftur. Neden kayradır, kaygı; çünkü, kaygıda kaygurmak vardır, kayırmak, korumak, gözetmek, sakınmak (Bu konuyu sonra ele alaca­ğız!). Kaygı, diğer insanların acısına, sıkıntısına duyulduğunda paylaşma­ya götürür. Yoksa bir başına acı bizi endişe ikliminde tutar, durdurur:

Kadgu meni turgurur

(111,295,8)

 

Endişe ikliminin çukurdan farkı, ufuk farkıdır. Orada kaygının diğer duy­gularla ilişkiye geçtiğini, kendi içinde renklendiğini, deyim yerindeyse, bir kaygı gökkuşağı oluşturduğunu görebiliriz.

 

Kördi meni emleyü

Baktı manğa imleyü

Kaldım köngül tımlıyu

Kadgu meni turgurur

(III, 295, 5-8)

 

Beni iyileştirerek, hastalığıma çare bularak gördü, işaret vererek baktı, gönlüm donarak baktım ona, ne yapacağımı şaşırdım; kaygım beni dur­durdu. Tahmin edilebileceği gibi, sevgilinin çağrısı söz konusu burada, ba­kış yaraları iyileştiriyor! Bakış kaygı çukurundan çıkarıyor bizi. Sevgili­nin gözü, çukurdan alıyor; bakışlarındaki “im”i, işareti anlıyorum; vıdı vıdı dünyasına kaygı zincirleriyle bağlı ruhum kanat takmaya hâzır; ama başaramıyorum, kuyudan çıkıyor endişe iklimine takılıp kalıyorum: Gön­lüm donuyor, kaygı endişe ikliminde dönüşüyor, sevgilinin görüşüne, ba­kışına açılıyor; ama bakış gönlümü harekete geçiremiyor: Kalakalıyorum endişe ikliminde, kaygım durduruyor beni.

Vıdı vıdı dünyasının kaygısı batırıcı, düşürücü kaygı idi. Şimdiyse durdurucu. Olsun, bu da bir ilerlemedir. Sevgilinin beni görebildiği, öteki’nin beni fark ettiği bir iklimdeyim. Kaygının zulmeti, ruhumu gö­rünmez kılmıyor. Görülüyor ve görüyorum. Ama gidemiyorum sevgiliye. Durduruyor kaygım beni.

Endişe iklimi: Vıdı vıdı dünyasının ötesinde, sevgilinin, dostun, öteki­nin bizi fark ettiği, bizim ötekini fark ettiğimiz yer. Bir “iyileşme”nin so­nucu ordayız; çukurumuzdan bir dost bize “işaret” etmiştir. Bana “imle- yü” bakan bir dostun sıcaklığını örtememiştir kaygım, beni tıktığı çukur­da. Çıkmışımdır, “imleyü” bakanı gömüş, ona doğru yönelmişimdir: Yö­neldim ve dondum kaldım. Neredeyim? Endişe ikliminde. Ne durdurdu beni? Kaygı. Yine yapacağını yaptı. Hâlâ etkili üzerimde. Endişeliyim. Endişe iklimindeyim. Çukurun cehenneminden sonra, bu da bir ilerleme­dir!

Neresi endişe iklimi? Neyleyeceğim buralarda? Bu dünyada bu dünya­yı vıdı vıdı olarak yaşayan da var, endişe iklimi olarak da. Endişe iklimi bir bilinçlenme diyârıdır. Neden orada olduğunuzu bilirsiniz. Sevgiliye varamazsınız. Kendinize ve “ötekine” uzak düşmüşsünüzdür. Şimdi bu iklimin fenomenolojik betimlemelerini Yunus yapsın:

 

Aşkın zencîrini üzem

Deli olam dağa düşem

Şensin dünü gün endişem

Bana seni gerek seni

 

Aşkın zinciri kırılmalıdır, (üzmek: kırmak, ayırmak!). Nedir aşk? [Elbet­te, kendi bağlamımız açısından Yunus’un ilâhî aşkını taşıyoruz! Yunus’u çarpıttığımız söylenebilir. Yunus, endişe ikliminde yaşayan bizim gibileri anlar; onu farklı yorumlamamızı, arayan, seçenekli düşünmek isteyen bi­rinin kaygısı olarak görür, bağışlardı. Yunus’un hoşgörüsüne saygımız vardır. Güveniyoruz. Aşk beni kuyudan çıkaracak, ötekinin aşkıdır; kay­gı beni durdurmuş, gönlümü dondurmuştur. Artık, bu âtıl, bu donmuş, durmuş hâlden kurtulup, zincirleri kırma zamanıdır. Deliliğim bundan­dır. Kaygının olumsuz enerjisini, deliliğin coşkusuyla yenmenin peşinde­yim. “Vakt erişmiş”, dağlara düşmüş, kaygının görünmez kıldığı “seni”, “ötekini”, sevgiliyi görmeyi düşünmekteyimdir. Endişe ikliminde seni gördüm, seni gördüm vıdı vıdı kaygıdan uzaklaştım; seni gördüm, kaygı karanlığı, kaygının dondurucu soğuğu beni endişe iklimine götürdü; bu iklimde kaygımı endişeye dönüştürdüm; endişemi sana yönelttim. Tıpkı Diyarbakır yöresinde bir mezar taşında yazdığı gibi:

 

Vahdet-i fi yâ munîs

 

Seninle birleşmektir amacım ey sevgili! (Bu sözü bana iletip yorumlayan hocam sevgili Yasin Ceylan’dan özür dileyerek, kendi yorumumu yapıyorum!). Beni gören sevgili, “munîs”tir, dost canlısı, ötekine saygı duyan biridir. Onun işaretinden anladım ki “kesret” âlemindeyim; birliğim (yal­nız birliğim mi? Dirliğim de!) yok olmuştur. Seni arıyorum, sana ulaşmayı düşünüyorum. Mezar taşı söylüyor bunu. Endişe ikliminde yaşayan bir cân söylemiştir bu sözü. Ölmüş, ölerek, ölümden sonra kavuşmayı um­muştur. Sevgili uzaktadır. Uzletteyim. Vuslatım belirsiz bir zamana kal­mıştır.

Sevgilinin sevgi dolu, sıcak yüzü bana endişe iklimini işaret etmekte­dir! (Levinas’ın Ötekisi on emiri işaret eder. Benim sevgilim, ötekim, sevgiyle bakar bana, beni çağınr! Bana kendini hatırlatır!).

Ben vıdı vıdı dünyasının, dünyevî kaygıların uzağına ulaştım artık. Karacaoğlanın sesini duyuyorum:

 

Bin kaygu bir borç ödemez

Gamlanma gönül gamlanma

 

Borcu ödemek gerek. Endişe iklimi insanlığa duyduğum borcu hatırlatır bana. Kaygıyla ödeyemem borcu. Eyleme geçmem gerekir; ahlâk alanındayımdır, artık. Gam kılığına girmiş, vıdı vıdı kaygıdan kurtulmalıyım bir an önce.

Dîvan şiiri, endişe ikliminde dolaşan, “gam esiri” şairlerin feryatlarıyla doludur. Hicrân, fırkât, ayrılık bir türlü bitmez. Dîvan şairlerinden çok azı aşk zincirini üzmüştür! (Belki Fuzulî bile) Neden derseniz, gamı gö­nüllerinde hissederler; bu gamın kılık değiştirmiş vıdı vıdı kaygı olabile­ceğinden kuşku duymazlar. Gamla dost olurlar. Gam onları feleğin çemberinden geçirir. Oysa feleğin çemberi vıdı vıdı dünyası içinde hapsolmuştur. “Zaman-ı gerdiş”, olmuştur; günlük yaşamın zamanı.

 

Zaman-ı gerdişe uymaz, zaman-ı aşk-u muhabbed

 

denmiştir. Dîvan şiirleri zaman-ı aşk-u muhabbeti endişe iklimine çekme­yi başarsalar da garip duygu ve düşünce cambazlıkları yapmışlardır. Gam sevgiliden gelir, sevgiliden geldiği için değerlidir; hattâ o da bir sev­gilidir diye düşünmüşlerdir zaman zaman; gamın çaresini yine gamda aramışlardır! (Fuzuli!) Murad mumu yanacak sevgiliye kavuşulacaktır. Ama, sevgiliye ulaşılamamanın gamı, sevgiliye dönüştürülmüştür. Gamı bir elbise gibi giyip dolaşmışlardır. Gamı, yakalarına yapışıp bırakmayan bir ele benzetmişlerdir. Can bir buhurdan, içinde yanan tütsü de gam ol­muştur. Gamı böylesine muhabbetle karşılama, mazoşist eğilimleri hatır­latmıyor değil; ama bana hep vıdı vıdı kaygının, edebiyat kılığında bir oyunu gibi geliyor. Endişe ikliminin endişesini gama, gamı da yaşama se­vincine dönüştürmüşlerdir. Büyük bir ruh zekâsı! Munîs, mezar taşlarında bir yazı olarak hâlâ onları beklemektedir. Ebediyyen bekleyecektir.

Endişe ikliminde olabilmek, vıdı vıdı dünyanın bilincinde olabilmeyi gerektirir; “bir şaşma”, bir “sorgulama” endişe ikliminin yaşanan hâlleri­dir.

 

 

Bir elif tahsil eden münezzehtir âlemden

Endişe ikliminde niçin durup gezerim.

 

Yunus soruyor. İlginç bir sorgulama peşinde: Bir elif tahsil eden bu âlem­den, endişe ikliminden arınmalı, kurtulmalı. “Elif tahsili” yeterli olmalı, bu “kurtuluş” için. Elif, kuyunun göğe açılan ağzında yazılıdır: Tanrı’dır. Gökyüzüdür, kaygıya katılmış kutsallıktır. Kaygıyı göğe çekmedir, elifte göğe yükselme vardır. İncecikten yağan kar, “elif, elif’ diye tozar. Karacaoğlan duymuş bu sesi. Elifi Yunus gömüş, okumuş. Okuduğu için en­dişe iklimi okulundan mezun olması gerektiğini ileri sürüyor. Çünkü e­lifi okuyabilmek kolay değildir; elif semavî dinlere “gönderilmiş” kitapların tümünün ortak anlamını, yorumunu içinde taşır:

 

Dört kitabın mânâsı tamamdır bir elifte

Be dedirtmen siz bana be diyecek azarım.

 

Elif yeter, evrenin gizini çözebilmek için; ikinci bir harfe (“be”, harfine örneğin!) gerek yoktur; be demeye ne gerek var, be diyerek kızgınlığımı göstermek niye? Elif tüm kitapların gizini taşır içinde. Yunus elif oku­muştur ama bu bilgisi onun endişe âleminden, endişe ikliminden kurtulu­şuna yetmiyor. Bilgisi özeldir. Elif okuyabilmek, vıdı vıdı dünyasının dı­şında, kaygı çukurunun ötesinde yaşayabilmek demek. Yunus bu bilgisiyle endişe iklimine gelebilmiş ama daha öteye geçememiştir. Gerçekten geçememiş midir?

 

Kaygı eli ermez idi gussa gözü görmez idi

Endişe şehrinden taşra bir ulu muhidde idim

 

Kaygı elinin boynumuza sarılamadığı, dert gözünün (gussa gözü!) göre­mediği, bir ulu ortamda bulunmuştur. Yunus; Endişe ikliminde, endişe şehrinin uzağında, ulu bir “muhitte”, çilesini çekmeye hâzır; beklemekte­dir. “Bulunmuştur” yalnızca ulu ortamda; endişe şehrinin uzağı, ötesi, taşrası da endişe iklimindedir. “Ulu muhit” de endişe iklimindedir.

Yunus, vıdı vıdı dünyayı reddetmiş; endişe ikliminde yürümekte. Endişe ikliminden kurtulmaya çalışmakta, bu çabasında başarısı da var: İklimdeki şehirlerden birinden kurtulmuş, endişedeki elifi, endişedeki u­luluğu görebilmiştir. Nasıl mı? Gussa gözünü, vıdı vıdı kaygı gözünü ka­patarak! Peki “ulu mekânda” olmak, endişe ikliminin ötesine götürmez mi bizi? Götürmüyor. Yunus’un sorguladığı da budur: “Neden endişe ik­liminde durup, gezmektedir?” Elif tahsil etmiş, ulu mekâna varmış, yine de endişe ikliminin sınırlarını aşamamıştır. Belki de bir başına bilgiyle, tahsille endişeden azâd olabilmenin yolu yoktur.

Öteye geçebilmek, ötedekini görebilmek, kavrayabilmek, yaşayabil­mekle olanaklı:

 

Bunca uzun endişeler yoldaşımız idi bizim

Dost fîkretinden artığı bilin ki külli kıyl u kâl

 

Dost fikreti? Kimin düşünce âleminde dost fikreti var? Dost düşüncesi? Dost fikretinden farklı olanlar, boş sözlerdir artık. Dost, endişe ikliminde yerini almıştır. Doğrusu, biz dostun yanında yerimizi almışızdır. Dost fikreti, bir endişe âlemi olan düşünce âlemimizi dönüştürmeye başlamıştır. Ne vardır dost fikrinde? Elbette sevgi. Elbette dayanışma. “Vahdet-î fi yâ munis”! Birlik sende sevgili! Tanrı olan sevgiliye söylenmiş, dünyadaki sevgiliye niye söylenmesin? Sevgili neden cinsellik bağı olan birisi olsun yalnızca, sevgili sevgiyi başaramayan insanların, cinsellik torpiliyle yaşa­yabilecekleri bir beden midir? Vıdı vıdı dünyasının kaygısından sevgili nasıl oluşur? Hangi kaygılar, nasıl bir kaygı beni sevgiliye götürür?

Dost fikreti yüreğimizde duyulmadıkça, düşüncemizde dans etmedik­çe sevgili, vıdı vıdı sevgili olacak, endişe iklimine taşınamayacaktır? Pe­ki, kimin sevgilisi endişe ikliminde? Kaçımız bu iklimin insanlarıyız? Elitist mi düşünüyorum? Emek ister sevmek de kaygı duymak da. “İpini koparan” vıdı vıdı dünyada gitmek istediği yere gider. Kalbini, beynini, kendini kaygı terbiyesinden geçirmemiş insana, endişe iklimi nasıl açıl­sın? Elitist değilim: Belli bir sınıfa, diplomaya, ırka, cinsiyete, yaşa, kültüre öncelik tanımadığım için. Yaşamak zor zanaat. İnsan olmak zor. Kaygı duymak gibi olağan, kendiliğinden bir yaşantının bir yaşama kaygısıyla ilişkiye sokularak ruhsal bir damıtmadan geçirilmesi önerisi de, bu açıdan ilk bakışta anlaşılmaz gibi görünüyor.

Endişe ikliminin eşiğinde birçok sanatçı duruyor. Duygularını bir ya­nardağ patlaması, bir zelzele, bir felâket gibi yaşayan insanlar. Vıdı vıdı dünyasıyla endişe iklimi arasındaki “no man’s land”de, sınır bölgede, yal­palayanlardan ödeneceklerimiz vardır. Örneğin Lâtin şairlerinin bu yal­palamaları oldukça düşündürücüdür. Vergilius’un Aeneis 'inden bir dize:

 

Sunt lacrimae rerum

 

Gerçeğin gözyaşları vardır: İyi bir saptama. “Kahpe felek” edebiyatı mı bu? “Göden nur yağsa, benim başıma taş düşer” duygusu mu? Gerçeğin tanınması, gerçeğe çarpılma. Gerçeğin fark edilmesi. Gözü yaşlı gerçek: Gözü yaşlı dünya, eğip bükemediğim, hükmedemediğim, benden bağım­sız olan şey (res!). Vıdı vıdı dünyasının lâneti değil bu, gülmenin ağlamanın, sekmenin, tiksinmenin yaşandığı dünyaya belli bir açıdan bakabilme yürekliliği.

 

Odi et amo: quare id faciam fortasse requiris

Nescio, sed fieri sentio et excmcior.

 

Catullus’un ünlü sözleri: Çatışan duyguların vıdı vıdı kaygıları kıran gü­cü. Biraz serbest çeviriyle: (Özür dileyerek!)

 

 Nefret ediyor hem de seviyorum, ne oluyor bana yahu

Bilmiyorum. İliklerimde duyuyorum bunu Kahroluyorum.

 

Biraz daha yenilerden Coleridge’in bu çatışmalı durum için yorumu şöy­le:

 

To be wroth with one we love

Doth work like madness in the brain.

 

Hiddetle birleşen aşk, beyinde bir delilik gibi etki gösterir. Öfke, kızgın­lık, nefretle aşk birleşemez, birleşirse delilik olur, buyruluyor. Türkçe’mizle:

Sevdiğimize gazâbımız

İşte delilik azâbımız

 

Delilik duygusu: Endişe ikliminin eşiğinde tutar bizi. Gereklidir. Acılıdır, ama güzeldir. Çatışmaların, tutarsızlık olarak görünen zıtlıkların yaşan­ması, insan olma çabasının gereklerindendir. Yine Catullus, hafif meşrep sevgilisi Lesbia’ya aşkını anlatırken, feleğin bu tür çemberlerinden geçmekedir:

 

... amantem iniuria talis cogit

amare magis...

 

“Zulmün böylesi seveni daha çok sevmeye zorlar”mış. Catullus’un yalan­cısıyım. Şiddetli duygular, duygu çatışmaları fark edildikçe endişe iklimi­nin sınır kapılarına doğru yolculuk başlar. Girince içeri ölüm endişesi, o­lanca düşündürücülüğü ile bizi karşılar:

 

Yanar içim göyner özüm ben ölü(mü) anıcak

Ölüm endişesi ne hoş ululara danışacak.

 

            Yunus bu: Endişe ikliminin saygın mihmândârı! Lâtin kapıya getirdi, gir­dik: Kapıda Yunus: İçin için yanan ruhuyla ölümü sorgulamaktadır. Ölü­mü anınca, içine ateş düşmektedir. Bu ateş elbette vıdı vıdı dünyasının a­teşi değildir. Dünya hesabının, hesap dünyasının ateşi değildir. Buradaki kaygı, endişe ikliminin ufuklarını açacak, ruh zenginliğinin kaygısıdır. Ve tam da bu noktada endişenin, açıkça dönüşümünü gözlemekteyiz: Ölüm endişesi hoştur! Kaygı, vıdı vıdı dünyada bir belâ, bir çamur olan kaygı, burada hoş bir endişeye dönüşmektedir (Hoş endişe? Hoş bir endişem var sevgilim: Seni seviyorum!). Yalnız olmadığı için, ululara danışılan endi­şeyi yaşadığı için, Yunus’un endişesi hoştur. Hoş endişe! Yüreğimize hoş geldin. Vıdı vıdı bucağından nice acılarla ulaştın, gönlümüze.

 

Ey yâranlar, ey kardeşler, korkaram ben ölem diye

Öldüğümü kayırmazam ettiğimi bulam diye

Bir gün görünür gözüme aybım vurulur üzüme

Endişeden del olmuşum nidem ben ne kılam diye

 

Hoş endişe, danışacak ulular varsa, gerçekleşir. Böyle ulular var mı çağı­mızda? Hoş endişe olmadığına göre, yok. Ulular yok. Gazetelerde köşe yazarları, magazinciler, psikologlar, paragöz psikiyatristler, vıdı vıdıcı felsefeciler, şaşkın sosyologlar, ipini koparmış sanatçılar var!

Yunus’un yârenleri var, endişe dostları, endişedeşleri, ölüm korku­sunu, endişesini üleştiği. Endişe üleşildikçe hoşlaşır (Ama hâni endişemi üleşecek dostlar? Dost fikreti nerede, düşünce dünyamın?). Ölüm endişe­si çok temel bir endişe, biz ölümlüler için (ölüm vıdı vıdısı değil!) Sarsıcı ürkütücü bir duygu: Ahlâk endişesi, sorumluluk, hele hele adalet duygusu ölüm endişesini “tahvil ediyor”, dönüştürüyor. Ölüm istenir oluyor, çün­kü hakkın Dîvanında hesap sorulacaktır, ettiğimi bulmam gerekir; bu ak­lıma gelince kaygımı “kayırmaz” oluyorum! Hatırlayalım: Kaygı dönüşü­mü danışacak dostlarla, ulularla ve ahlâk duygusuyla gerçekleşiyor. Mut­suzluğun, vıdı vıdı kaygıcılığının, kaygı pazarlamanın ahlâksızlık olduğunu söylerken, bunu demek istiyordum: Kaygıyı ve mutsuzluğu sakın ola ki sömürmeyelim! Dünyanın değişmesi için ikisi de gerekli, zaten hep var­dılar hayatımızda, hep de olacaklardır. Mutsuzluğun sömürüsü ancak bu kötü dünyayı sömürmeye çalışanlara hizmet eder. Devrimi mutlu insanlar yapacaktır. Mutluluk bir duygu değildir çünkü; bir “karakter”dir, bir “huydur”! Mutlu insan da kaygılanır, acı çeker. Ama onun hayatına baktı­ğımızda, çilelerle, acılarla baş etmeye çalışan dünyasının ardında, enerjisi­ni kullanmaya açık bir cesaret, bir heyecan; yılgınlığın, mutsuzluğun tem­belliğini ortadan kaldıracak bir yaşama coşkusu olduğunu görürsünüz.

Ahlâk duygusu, eksikliğin, özürün ortaya konması, endişe dünyasında bir arada yaşamaya karşı duyulan sorumluluğun belirginleştirildiği ahlâk endişesinden gelir. Yunus endişeden “del olmuştur”, ne yapacağını sor­maktadır. Bu sorusu onu temel bir derde götürür: Derd derdine!

 

Dert gerektir dert gerektir dert gerek

Kim gerek derde verem dermanımı

 

Yunus’un bu sözleri dertlerimizi depreştiriyor. Bizdeki korkaklığı, yıl­gınlığı, çirkinliği yüzümüze vuruyor: Bir meydan okuyuştur bu, ne büyük cesarettir! Endişe ikliminde dert aramaktır. Derman verebilsin diye. Dert yoksa, derman nasıl verilecektir? Kaygı yoksa, kaygıya şifâ nasıl buluna­caktır?

Kaygı bende var, niçin? Derman vereyim diye var. Kaygıları yenme kaygısı var bende. Kaygıları kayırma var. Kaygılara özen gösterme. Kay­gı gülünü onun için sulamıyor muyuz ruhumuzun? Kaygımız ölürse biz de ölmez miyiz? Dert yoksa, bir lâle olan, bir sümbül olan, bir kardelen olan, hattâ boynu bükük bir gelincik olan dermanımız nasıl olup da aça­caktır? Kaygı hoş geldin. Hoş kaygı, hoş geldin. Vıdı vıdı âleminden de ol­san, endişe ikliminin kapısında durmuşsun. Hoş geldin, dermanımla buluşun hadi. Dermanımla dost olur.

Nereden gelir dermanım? İnsan olmanın, endişe ikliminin uçsuz bu­caksız sınırlarını yaşamanın bilincinden, dostlarından, sevgiliden, ulular­dan, ahlâk duygumdan. Kaygı kozası içinde bir dermanım ben. Onu se­vince dönüştürüp uçacağım!

(Bütün bu söylediklerimi “dolduruşa getirmek”, “uyutmak” olarak gö­ren okura, verecek dermanımız yoktur, onun da bizi anlamaya dermanı yoktur!).

 

Eşkere kıldım bugün pinhânımı

Cân verüben buldum ol cânanımı

 

Bende derman var çünkü gizlerimi meydana çıkardım, ortaya koydum. Kaygı beni tüketmedi! (Vıdı vıdı kaygı öldürücüdür. Tüketici, yok edici­dir). Gizlerim hep vardı. Gizlerim, gizil gücümdür. Meydana çıkardım onları, onlardan güç aldım, canımı verip cananımı buldum. Sevgimi, ru­humu endişe iklimine, o iklimin ötesine adayıp cananımı, sevgiliyi, ötedekini, ötekini, kaygıdaşımı buldum (Yunus Tanrıya sesleniyor. Bu bu­luş, bulma, insana da erişebilir!).

Endişe iklimindeki keşif gezimiz bize çağımız insanın kaygısıyla nasıl yanlış yaşadığını gösterdi. Bize hoş endişeleri duyuracak, içimizdeki giz­leri özgürce yaşamaya, geliştirmeye olanak sağlayacak dünyaya gerek­sinimimiz var.

 

Dönüşümün eşiğinde

 

Endişe ikliminin ötesi var mı? Elbette var. Bu da yazımızın başında sö­zünü ettiğimiz hiçlik kaygısının anlaşılması, yaşanması, anlamlandırılmasıyla olanaklı.

Vıdı vıdı dünyadan endişe ikliminin sınırlarına doğru yolculuğa yine bir Lâtin şiiriyle çıkalım. Ovidius’la. Dönüşümler diye çevirebileceğimiz Metamorfôseis’in hemen girişiyle:

 

In nova fert animus mutatas dicere formas

corpora; di, coeptis (nam vos mutastis et illias)

adspirate meis primaque ab origine mundi ad

mea perpetuum deducite tempora carmen.

 

Ovidius’un dönüşüm düşüncesi ilginç; neden, nereye bizi ilgilendirmiyor. Biz endişe iklimi yolcularıyız, her han bize uygundur; yolculuk arkadaş­larımıza râzıyız; Ovidius’un çağrısı kulağımıza çalınır, ilgimizi çeker, hoş kaygılar uyandırır. Ovidius’un Metamorfôseis’i (ya da Metamorphôses'i) düşlerle dolu, belki de pek ciddiye alınmayacak bir yapıt: Yine de dönü­şüm düşüncesine, dönüşüm düşüncesinin dönüşümüne, onun sözlerinden esinlenerek başlayabiliriz.

Hangi dönüşümlerle, değişimlerle, cisimlerin yeni biçimler aldığının türküsünü söylemek istiyor Ovidius; “ey tanrılar” diyor, bu değişimler si­zin eserinizdir; başladığım bu işi başarmam için bana ilham verin, söyle­meye çalıştığım bu türküyü dünyanın yaratılışından zamanımıza kadar durmadan, kesintisiz biçimde götürün.

Dönüşümün türküsünü mitolojiye uygulayacaktır, dönüşümler bir si­hirbaz sopasının değişimiyle gerçekleşecek gibidir. Dönüşümün şiirini kültüründen yansıtacaktır.

Ovidius, özellikle yaşamının sonlarına doğru sürgüne gönderildiği için acı çekmiş bir şair; kaygısı dünyevî görünüyor, türküsünün dünyada za­manın oluşumundan başlayarak şimdiyi kapsaması gerektiğini düşünü­yor; bu kaygısı onu ölümsüz tanrılara yaklaştırıyor, onlardan yüreğine esin göndermesini diliyor. Vıdı vıdı dünyanın çıkışında, endişe iklimine birkaç adım kala soluğu kesiliyor bence: Dönüşümleri başlatıyor; Khaostan başlayarak ama endişe iklimine girebilecek dönüşümü gerçekleşti­remiyor. Dünyaya çakılıp kalıyor; ölümsüz olduğunu söylediği tanrıların dünyadaki yansımalarına.

Kaygı, Eski Yunanca’da “agkhô” fiiliyle ilgili, Lâtince’de “Angô”ya dönüşmüş: Boğaza sıkıca bastırmak, boğazlamak, boğmak anlamlarından çıkıp geliyor. Türkçe’de “boğuntu” sözü, bu anlama yakışıyor; yalnız “boğuntuya getirmek”, bir kandırmacayı gösterdiği için, çağrışımlarıyla “ango”yu tam vermiyor. Bir açıdan ilginç: Bir kaygı olarak boğuntu, ça­ğımızda boğuntuya getiriliyor; değeri anlaşılamıyor. Bu, boğazımızı sı­kan, bu bizi daraltan, gönlümüzü, içimizi sıkan yaşama hâline gark olmuş (boğulmuş!) insanlar, kaygıyı tanımıyorlar. Hekimlerin inceleme alanın­da, farmakolojik araştırmaların deney hayvanı olmuş. Ovidius, sevgili Ovidius, dönüşümleri görüyor musun? Angô, Almanca’ya geçiyor, örneğin “eng” olarak. “Eng”, dar demek, “das Kleid ist sehr eng”, elbise çok dar: Elbise değil, gönül çok dar, ufuk çok dar. Kaygı, endişe ikliminde dostla­ra uzanıyordu, “eng” olarak da dostlar arasındaki yakınlığı, sıkılığı gös­teriyor bize: “enge Freunde” sıkı fıkı olmuş dostlar! Enge Freunde endişe ikliminde mi, vıdı vıdı dünyasında mı? Vıdı vıdı dünyasının Almanca’sı “die Enge” olmalıydı: Dar yer. Dar yerdeki, dar gönül, dar gönüldeki sıkıntı. Ovidius, gör bak, “angô” fiilini nelere dönüşmüş. Nasıl dönüşüm­ler geçirmiş? Endişe iklimi yaşayanlarını köşeye sıkıştırmış (in die enge treiben!), iklimin dağ havasını, ruh açıcı soluğunu soluyamaz olmuşlar; tık nefes (engbrüstig!) insanlara dönüşmüşler. Dar gönüllü (engherzig!) olmaya zorlanmışlar. Bir geçit var, oysa endişe ikliminden, bir dar geçit (Engpass!). Dar kafalı (engstirnig) bakışlar için belki bir açılma olanağı.

Kaygıların hası hiçlik kaygısıdır. Endişe ikliminin ötesindedir, hiçlik, bir şoktur; bir travma, bir anlam yitimi: Dipten gelen bir sarsıntı. Kirlenen dünyayı, pas tutmuş, yılışmış, cıvımış, tavsamış ruhu diriltme fırsatı: Mu­allakta bir keşif; bir bomboş oluş; hiç bilmediğiniz, tanımadığınız bir yer­de, yerçekiminin gökçekiminin, herhangi bir sesin, ışığın olmadığı bir yerde, sallanıp durma: Boğulma, boğuntu iç daralması: Kierkegaard’ın Angst’ı, Heidegger’e başka bir düzlemde ulaşıyor; sıradan alışkanlıklar dünyasından kopma, dayanılmaz bir özgürlük duygusu, Sartre’da “angoisse”, bir var olma kaygısı çok derinde: Hiçbir şey “verilmemiş” bi­ze, geçmiş yok; gelecek açık; “seçmelerle” oluşturacağız kendimizi, boş­luktan oluşacağız, hiçlikten. “Korku, belli bir nesneden korku değildir; psikolojik bir durum da değil. Korku, Kierkegaard’da “Frygt”, belirlenmişliklerin, beden hazzının, ahlâk kurallarının ötesine geçip, Varlıkla, tanrıyla karşı karşıya gelebilmektir. Hiçlikte, hiçbir dünya desteği, dünye­vî dayanak olmadan durabilmektir. Vıdı vıdı dünyasından, ne yapacağı­mızı bilemediğimiz endişe ikliminden fırlayıp boşlukta durabilmek: Bü­tün yalancı desteklere karşı çıktığımız, destekleri yok saydığımız için. Boşluktan çıkmayı denemek istediğimizden. “Uzlet”, hiçliğe ulaşır. Ayrı­lık, vıdı vıdı dünyasından, bir ara yer alan endişe iklimindendir. Kaygı bi­zi alır hiçliğe bırakır; doğrusu biz kaygıyı dönüştürürüz, dönüştürebiliriz, hoş endişe açabilir kaygı ağacından, kaygı ağacının uzak dalları bizi hiçli­ğe bırakır, bu dallardan hiçliğe bırakabiliriz kendimizi, hiçliğe çıkabiliriz.

Elbette zor. Elbette korkulu. Neden vıdı vıdı kaygıdan hiçlik kaygısı­na? Hiçlikte yok olmak için mi? Kaygıdan kayıp hiçliğe varmak, kaygıyı araştırmak için; kaygıyı çepeçevre sarmak için, kaygıyı en geniş ufku i­çinde görebilmek için. Özgürlüğü yaşamak için. Hiçlik kaygısı özgür ola­nın kaygısıdır, özgürleşme kaygısıdır: Zincirleri kırma kaygısı. Bu kaygı kayırma kaygısıdır: Güzel bir dünyayı, güzel insanı kayırma, insan olarak var olmaya özen gösterme kaygısı. Kaygıya açık olma kaygısı: Yunus’ta gömüştük, “dert gerektir bana” diyen kaygı, dermanını vermeye hazır ol­ma kaygısı. Derde, zamana açık biçimde yaklaşma. Hiçliğe yürüyüş, dün­yaya sıkı sıkı tutunmamak için, tutunarak kokuşmamak için. Dert, bize gelmeyecektir artık; biz derde gideceğiz. Derdi hiçliğe süreceğiz. Hiçlik­ten korkmayarak.

Dönecek miyiz bir gün hiçlikten? Elbette! Kaygıyla yitmeyeceğiz, kaygıda yitmeyeceğiz. Hiçlikten dönüş, tazelenmiş, canlanmış, yenilen­miş bir hayatadır. Hiçliğe yolculuk kolay değil, gerekli de değil, gidebilecekler için söylüyorum. Benlik aşılacak, senlik de; bizliğin de ötesine geçilecek, hiçlikten şenliğe geçilecek! Hiçliğe hazırlık, hiçlik yolculuğu, yumuşaklı­ğını yine dostluk sıcaklığı ve mizah duygusuyla kazanacak. Sevgili, dost, hiçlik ateşiyle renklenecek (Yanacak demiyorum; anlamları hiçliğin priz­masından gelen ışınla farklı aydınlanmalara kavuşacak, diyorum).

İşte endişe ikliminin dar geçidinden hiçliğe çıkış, nasıl ve nereye dö­nüşle biteceğini bilemediği; ama dönülürse kaygının yaşamımıza kattığı gücü görebileceğimiz bir oluş. Bu çıkış, aşkla oluyor. Aşk, yaşam enerji­sidir; Batı’da, Erôs’tur. Oysa aşk, hem yaşam hem ölümdür, sevgiyi ve kaygıyı içerir: Bizim kaygımız, Heideggerci anlamıyla hem “Sorge” (Ca- re), hem de “Angst”tır; Hem yaşama bağlar bizi, ötekine bağlar, ötedekine; hem de tozumuzu atar; boğar bizi, sarsar. Kısaca kaygı, bizi insan gibi insan kılmada bir olanaktır. Kaygıların hası aşktır.

Cihanı hiçe satmaktır adı aşk

Döküp varlığı gitmekdür adı aşk

 

Elindeki sükkeri ayruğa sunup

Ağuyı kendü yutmakdur adı aşk

 

Belâ yağmur gibi gökten yağarsa

Başını ana dutmakdur adı aşk

 

Bu âlem sanki oddan bir denizdür

Ana kendüyi atmakdur adı aşk

 

Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat

Vucudi fâni itmekdûr adı aşk

 

Neden hiçliğe gittiğimiz anlaşıldı mı? Kaygıyı aşkta eritmek için. “Fenâ fil aşk.” Bencilliği ortadan kaldırdık, şekeri ötekine uzattık, “ayruk” bizdendir artık, mübarektir; zehri biz içebiliriz, derdi konuk eden hancılarız biz; dert gerektir bize; belâ gökten yağsa, çıkar başımızı uzatırız; hiçliğe gitmekteyiz; hiçlikten dönmekte; vıdı vıdı dünyasını da geçtik, endişe ik­limini de; hiçlik âlemine geldik; ateşten bir denize attık kendimizi. Hiç­likte yaşadık gördük ki varlık geçicidir, gidicidir, bizse ölmeyecekmiş gi­bi yaşıyoruz: Bu da bizi sonlu olana bağımlı kılıyor: İçimizdeki sonsuz­luk, sonlu olduğumuzu anlayınca çıkıyor: Sonlu kılıyoruz varlığı, varlığı­mızı, sonsuz aşkımızdan dolayı.

Kaygı aşkı yorumluyor; aşk kaygıyı; kaygı gülü açıyor. Bahçesi olan­lar düşünsün.

                                                                                                        ---------------------------------------------------------------------------

                                                                                                        Ocak 1999, Ankara

 

 

 

25 Ekim 2024, 13:22 | 138 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*