KAYGI GÜLÜ AÇARKEN
KAYGI GÜLÜ AÇARKEN
Sunuvermiş kaygı gülünü Türkçem
Dikenleri düşüncemi kanatır.
Yıldız olur, kaygı göğünü bahçem,
Anlam açan çiçeklerle donatır.
KAYGI GÜLÜ AÇARKEN
Hiçlik kaygısı kaygıların hasıdır. Boşluğu, sallantıda olmayı yaşamaktan kaynaklanır. İnsan mânâ zeminlerine dayanarak yaşıyor. İnançları, doğru diye belledikleri görüşleri, düşünme biçimleri var. Dayandığı zemin ruhsal, toplumsal, kültürel, ahlâkî destek sağlıyor. Zemin bize emniyet veriyor. Yuvamız, barınağımız güvencemiz oluyor.
Mânâ yitimi ayağımızın altından bu zemini alıyor, kaydırıyor. Bunun verdiği acı, boşluk duygusu, sendeleme, bedence, duyguca, düşünce olarak varlığımızı sürdürmemizi, çevremizle sağlıklı bir biçimde yaşamamızı engelliyor. Mânâ yitimi, günlük yaşam içinde çoğunlukla istenen bir durum değildir. Yaşamın “olağan”, “alışılagelen” akışını çarpıtır. Dengeleri alt üst eder. Toplumsal yaşamı bozar; kültürel uyumu zedeler, ruhsal yaşamı sarsar. Bu yüzden mânâ yitimi “hastalık” olarak görülür: Hekimler, danışmanlar, dostlar, yitirilen mânâ zeminimizi “yeniden” yerine koymaya çalışır. Zemin yerine oturtulacak; yaşam olağanlığına kavuşturulacaktır. Zemin, ekonomik, toplumsal, kültürel, ruhsal, hukukî, ahlâkî, siyasî boyutlarıyla altımıza konmuştur. Gelenekten, eğitim düzenimizden, yaşama biçimimizden destek alır: Zeminler altımıza çatılmış, biz de üstüne konulmuşuzdur. Mânâ hazırdır; zemin yaşayışımızın altına serilmiştir. Zeminlere sahip çıkılmalıdır: Sıkı sıkı sarılmalıdır. Ruh “sağlığımız” için, inançlarımız, değerlerimiz, dünya görüşümüz için. Böyle denir, böyle öğretilir.
Mânâ zemini, bizimle yaşamalıdır. Yaşayışımıza “oturmalı”, yaşayışımızı bütünlemelidir. Öyleyse, sürekli dönüşen yaşam içinde mânâ zeminimiz, zeminlerimiz (birden çok, “dayanak” noktamız, değerler düzenimiz olabiliri) bu değişimden etkilenmeksizin varlıklarını sürdüremezler. Değerler alanında yaşayışımızın temel zorluklarından biri de bu: Yaşayışımızdaki hızlı değişime (bilimde, teknolojide, sanat ve düşüncede...) açıklama getiremeyen, destek sağlayamayan değerlerimizin, değer düzenimizin, bir anlamıyla mânâ zeminimizin yarattığı sorunlar... Yaşamla beslenemeyen, tazelenemeyen mânâ zeminlerimizin kokuşması... Hayatımızın tatsız tuzsuz bir hâle gelmesi.
Kokuşan yaşamın dönüştürülmesinde kaygıların hası hiçlik kaygısının katkısı olabilir. önce, bu kaygıyı, günlük dildeki anlamlarıyla, farklı “kaygılar”dan nelerin ayırdığını görelim.
VlDI VIDI DÜNYASINDA SIRADAN KAYGILAR
Sağlamlığını güvence altına almak istediğimiz mânâ zeminimizde kaygılardan azâde bir hayat sürmek isteriz. Kim kaygılı bir hayatı ister ki?
Geçim sıkıntımız olmasın isteriz. Yaşamımızı sürdürürken, ayakta kalmamızı sağlayacak, karnımızın doymasını, bedensel gereksinmelerimizin karşılanmasını desteleyecek maddesel zeminin sarsıntısı bizde hayat gâilesini doğurur. Geçim sıkıntısının yarattığı bu vıdı vıdı kaygıya, hayat gâilesi ya da kısaca gâile diyebiliriz. Burada “vıdı vıdı” sözü, bu kaygıyı küçümsemek için söylenmedi. Gâile, zemin koruyucu, zemine yapıştırıcı bir kaygıdır. Bu tip kaygılar, vıdı vıdı dünyasında yaşanır. Bu dünyada hiçlik kaygısı yoktur. İnsanlar körü körüne bağlandıkları inançlarının bu inançların dayandığı zeminin ya da zeminlerin farkında değillerdir. “Yaşamak”la, “yaşayıp gitmek” arasındaki ayrımda ikinci tarafta dururlar.
Başarısızlık korkusu, sıkıntısı, beklentisi; geçmiş başarısızlıkların yarattığı çöküntüyle gelecekten umudunun kesilmesi; bu yaşantılar öbeğine de tasa diyorum. Tasa, bir eyleme geçmeden önce, bu eylemi başaramayacağımız korkusudur.
Bu korku, baş dönmesi, mide bulantısı, hareket edememe, kısaca, bedensel işlevlerde çeşitli bozukluklar olarak kendini belli edebilir. Tasa, hayatımızı karartır. Yaşama sevincimizi, umutlarımızı öldürür. Tasa kumkuması insanların çekilir insan olmadıklarını gözlemleyebiliriz. Tasa, yaşadığımız çevreyi, bir düşman çevre hâline dönüştürür. Düşmanlık duyulmasa da bir yılgınlık, bıkkınlık tasanın görünümlerini oluşturur. Yakınmacı biridir, tasa kumkuması, sürekli yakınır. Beğenmez, sevemez. Ruh tembelidir. Ruh devinimi çok yavaşlamıştır.
Vıdı vıdı dünyasında gâile ve tasanın yanında tedirginlikten de söz etmek gerekir: Mânâ zeminiyle diyaloğu olamayan insanlarda, çatışmalar yaşayan, fırsatlar kaçırdığını düşünen, yaptıklarından pişmanlık duyan, suçluluk, günah duygusu yaşayan; kendi öz saygısını yitirmişlerde tedirginlik gözlemlenebilir: Seslerden, görüntülerden, ilgiden, ilgisizlikten... hep rahatsızdırlar. Sürekli rahatsız olmaya hazır hâlleri vardır.
Öfke, vıdı vıdı dünyasındaki kaygılarla bir açıdan ilgili olabilecek bir duygu. Kaygısız da öfke olabilir. Yapılan bir haksızlığa karşı tepkiniz öfkeyle ortaya çıkabilir. Öfke, bir eğilim, bir karakter özelliği olmaya başlamışsa, arkasındaki kaygıların bir belirtisi olabilir.
Vesvese... Anlam zeminimizin dehlizlerine itilebilecek vıdı vıdı dünyasının, vıdı vıdı kaygılarından biri. Gerçeklikten kopmuş, sağlıklı yaşantılara dayanmayan, ruh estetiğimizi bozucu, çevremizdekileri incitici, beceriksizce yaşamaya itici bir olumsuz kaygı. Günlük yaşamın kaygı çukuruna düşmüş insanların yardıma ihtiyacı elbette vardır. Hepimiz bu çukurlara kolayca düşebiliriz. Bu çukurlara düşüşümüzde, çıkma çabamızda, kaygının olumlu anlamda dönüştürücü etkisi olabileceğini çoğu kez unutuyoruz. Vıdı vıdı kaygıların mânâ zeminimize, bu zeminimizin yaşanışına yaptığı “zararlı” etkileri görmek gerekir. Vesvese, mânâ zeminini aşındıran, çürüten bir kaygıdır. Duygu yaşamının bir özelliği olarak, bu “olumsuz” durum, mânâ zeminimizin değişmeden, kokuşarak sürmesine yardım eder. Vesvese mânâ zeminini besler; çirkinlikleriyle, bozukluklarıyla besler.
Kuruntu, vesveseden daha “gelişmiş”, bir vıdı vıdı kaygıdır. Tedirginlik, çevreden olumsuz yönden çabuk etkilenmeyle kendini gösteriyordu. Bu anlamda, kendiliğindenliği fazla bir kaygı. Vesvese, tedirginliğe göre biraz daha düşünce ve düş gücüyle beslenmiş durumdadır. Kuruntu ise, vesveseden daha ileride, daha fazla “kurgu” ve “uyduma”lardan, yakıştırmalardan oluşmuştur. Hüsnü kuruntu da bir kaygıdır, ilk bakışta öyle görülmese de. Kendimiz hakkında yarattığımız “olumlu” özellikler taşıyan bir masaldır; bu masala ihtiyacımız vardır; bu masalı yitirmekten korkarız; kaygımız buradan kaynaklanır: Uydururuz ve uydurduğumuzun gerçeklik karşısında yıkılacağı kaygısı yaşarız.
Elbette, bu yazımda ne kaygının ne de burada kendimce betimlemeye çalıştığım türevlerinin “tanımlarını” verebilirim. Amacım ipuçları vermek yalnızca. Türkçe’deki kullanılışlarından yola çıkarak, kendimce anlamlar vererek, ayrımlar üzerine düşünmeye çalışmak. Bunun için ne psikolojide ne ruh hekimliğinde ne de felsefede herhangi bir kurama yaslanıyorum. (Doğrusu, günlük dil düzeyinde tartışılan psikolojinin -folk psychology- sınırları içindeyim. Bir okurum, yazılarımda hiç dipnotu olmadığını söyleyerek kendimden önceki, kendimin dışındaki birikimi yadsıyıp yadsımadığımı sormuştu! Yazılarımdaki görünmeyen dipnotlarını elbette erbâbı bilir. Bu söz bir hüsnü kuruntu mudur? Mânâ zemini işçiliğine kalkışmış birini yargılama, hem bir ömür boyu süren tüm çalışmalarını görme kaygısıyla yürütülmeyi gerektirir hem de temel kaygılarının ve dayanaklarının anlaşılmasını. Bir insanı yargılamak onun kaygılarını anlama kaygısı taşıyarak gerçekleştirilmeli!).
Günlük yaşam, vıdı vıdı dünyası içinde sürüyorsa (çağımızda çoğunlukla öyledir!) kaygı, bu dünyada vıdı vıdı kaygı adını almakta, çeşitli türev kaygılar oluşturmaktadır: Gâile, tasa, tedirginlik, vesvese, kuruntu... gibi. Bu türev kaygılar, bedenimizin sağlıklı işleyişini, duygu dünyamızın düzenini, düşünce yapımızı, çevreyle olan ilişkimizi bozmakta, çarpıtmaktadır. İşte vıdı vıdı dünyasının kaygı çukuruna düşmüş insanları yönetmek bir iktidar için ne kolaydır! (Yoksa, bu türev kaygılar yaşayanlar âsi mi olurlar? Teröre mi başvururlar?)
KAYGI ÇUKURU DÜŞÜCÜLERİ
Kaygının biyolojik kökeni unutulmamalı. Canlıyı çevresine bağlar; onun çevresiyle baş etmesine katkıda bulunur. Kaygı çukuruna düşenlerin yaşama kavgasında başarısız olmaları, kaygı gücünü kendi “yararlarına”, varlıklarını sürdürme çabasında kullanamamalarından kaynaklanır. Buradan çıkarak, kaygı çukuruna düşenlerin “yaşama savaşında” tümüyle başarısız olduklarını da söyleyemeyiz. Kaygı çukurundakiler, yaşayıp giderler ama bir çukur yaşamıdır onlarınki.
Nedir kaygı çukuru? Kaygının bizi vıdı vıdı dünyasında koyması sonucu, kaygının “yaşayıp gitme”den “yaşamaya” dönüştürülemeyişiyle çakılıp kaldığımız yaşama alanıdır. Çukur, yaşamaya açılamaz; yaşamaya çıkış sıçrama gerektirir, zor bir sıçrama. Çukurda kaygı, kaygı için çalışmaya başlar; hayatın değerlerinden, amaçlarından, yaşama sevincinden, sevgiden, dostluktan, yaratma heyecanından kopmuştur. Kaygı kendi başına çalışmakta, boşlukta dönüp durmaktadır; yaşamayla olan bağı kopmuştur; bizi atılımlar yapmaya, kendimizi gözden geçirmeye götürmemektedir.
Neden çukura “düşenler”den değil de, düşücülerden söz ediyorum? Zaman zaman hepimiz düşeriz kaygı çukuruna, içimiz yanar, yüreğimiz burkulur; rahatımız kaçar, huzurumuz uçar gider; bir biçimde çukura çakılıp kalmayız, çukurun devamlı “oturucularından”, sâkinlerinden olmayız; çukur bir tünele dönüşür, umut ışığı yanar, çıkar gideriz. Düşenler, çıkma şansı olanlardır. Düşücülerse, zaman zaman çıksalar da çukurdan, sık sık ziyaret ederler çukuru; onların yaşayıp gitme biçimlerinde çukura kendini kapatma da vardır: Çukur hep yollarının üzerindedir, içine düşecek düşücülerini aramakta, beklemektedir. Fenâ fil hufre çukurda yok olma, çukurlaşma bu düşücülerin işi değildir çünkü, düşücü, belki sisifos efsânesinde olduğu gibi, çıkıp çıkıp düşendir; bir ucu “yaşayıp gitme”dedir, vıdı vıdı dünyasındadır, çukurda yok olmaz, çukurda yaşarken “bulunma” anlamında var da değildir: Kaygı onu yokla-var arası tuhaf bir hâle sokmuştur. Çukurdan çıktığında kendini yaşam karşısında savunmasız hisseder, kaygıdan kurtulmak için kaygıya dönmek zorundadır! Bir koza gibi örmüştür ruhuna kaygısını, düşücü. Ne kaygıyla ne de kaygısız yaşayabilir. Belki bu durum doğanın bir oyunudur, insan türünün özellikle bu yüzyıldaki ruhsal serüvenine: Kaygı, yaşamayla bağını yitirince, kendi üzerine dönmüştür. Ruhun gerçeklikle bağında bir “çarpıklık” söz konusudur. Kaygı enerjisi, yaşamaya “tutunmaya” değil de boşlukta sallanmak için kullanılmaktadır. Bu sallanış, vıdı vıdı dünyasının boşluğunda olup bitmektedir; bu dünyadan ne bir çıkış isteği, niyeti, ne de bu dünyanın rahatsızlığını yorumlama isteği taşır.
“Hafriyat”, kazı işlemi, doğar doğmaz başlamıştır: İlk “haffâr”lar (kazıcılar) anamız, babamız, yakın çevremizdir. “Öcüler”, “doktor, polis amcalar” ilk korkutucularımızdır. Bunlar yaratılır ve biz içimizde öcülerle kaygı balçığında yürümeye başlarız. Yarışma dünyasında, iyi okullarda okuyup, iyi başarılar elde etme, toplumda saygın bir yer edinme kaygıları bize aşılanır; doğrusu bu kaygıların çukuruna itiliriz. Dişimizi sıkarak okullarda okur; dişimizi sıkarak işimizi yaparız. Yaşam bir işkenceye dönüşmüştür artık; lânet olası hayatın tadı tuzu elimizden alınmıştır: Sürekli yapacağımız işler vardır, bitirilmesi gereken işler. Oysa işler hiç bitmez. Bitsin de istemeyiz. Çukur yaşamı kaygı içinde kaygısızlığı öğretir bize. Alışkanlıklar ediniriz, işimize tümüyle kendimizi verir, kaygılardan uzak bir yaşam sürdürmeyi bekleriz.
Çukura düşücülerin yardımına nasıl gidilir? Dostlarımıza sık sık, olur olmaz şeyleri kendilerine dert edinmemelerini, kaygıdan uzak bir yaşam sürmelerini öneririz. Bu tutumu yanlış buluyorum. Kaygıdan uzak bir hayat yaşamaya değmez. Çukura düşücülerin öncelikle aynaya gereksinimi vardır. Kaygıdan kaçılmaz. Kaygı tüketilemez.
Çukura düşücülerin kendi içlerine tuttukları ışık önemlidir, Çukura düşücülerin kendileriyle yüz- yüze bir ilişkiye gereksinimleri vardır. Ruh, çukura düşmüş, çukurda kendi yüzünü unutmuştur. Çukurda, çukurun dışını, insanları, evreni unutmuştur. Çukurda kendi ruh dünyasının çamuruna batmıştır; dünyası küçülmüş, ruhu küçülmüş, yaşama enerjisi “boşuna” akmaya başlamıştır.
Çukura düşücülerin yardımına, kendileriyle, duygularıyla, düşünceleriyle, çevresiyle hesaplaşabilenler koşabilir. Onlara kendi içlerindeki sesi dinlemeleri söylenebilir. Vıdı vıdı insanın içindeki ses, ona yol gösteremez; içindeki ses ona, para kazanmayı, ünlü olmayı, dünyada başarılı olmayı söyleyebilir. Doğrusu kaygı çukuru düşücülerinin, vıdı vıdı dünyası dışına taşıyabilecekleri dünyaları yoktur.
Çukur, onları kendileriyle muhabbetten alıkoyar; dünyayı ve evreni bütünlüğü içinde görmelerini engeller. Çukur insanı, sürekli olarak kendisinin birileri tarafından yönetildiğini, kendisine buyruklar verildiğini hisseder. Çukur insanının bu anlamda, bir iç özgürlüğe sahip olmadığını görüyoruz. İtilip kakılan, bir türlü içselleştirilemeyen, sürekli diğer insanlara göre yaşanan bir yaşamdır, çukur yaşamı. Kaygı, belimizi büker, “ihtiyâr”ımızı, karar verme gücümüzü elimizden alır. Üzerimizde sürekli insan bakışı hissederiz. Hep bakanlara, baktığını düşündüğümüz insanlara göre yaşamaya çalışırız.
Kaygı, özerkliğimizi, özgürlüğümüzü, diğer insanlara yönelmiş ahlâksal yanımızı, sevgi dünyamızı, dayanışma duygusunu, öteki insanları dinleme, anlama isteğini elimizden alır. Ruhumuzu güdükleştirir.
Vıdı vıdı dünyasının, çukurlara savuran bitmek tükenmek bilmeyen kaygılan, bizi yaşamaya, sağlıklı bir biçimde gerçekliğe bakışa götüremediği için, gaflet içinde bırakabilir. Kaygısız insanların, vurdumduymaz tavırları, davranışları, eylemleri, gaflete çok yaklaştırır. İnsan ve dünyası kaygıyla araştırılır. Tartışmalar, düşünce ileri sürmeler, varlığı tanıma, kaygımız olmaksızın gerçekleşmez. Dünya bizim kaygımızdır. Dünya umurumuzdadır. Kaygı, bir yaşama sorumluluğudur bu anlamda. Çukura düşürücü kaygılarla değil işimiz; çünkü biz hem kendimizle yüzleşmekten korkmadık hem de öteki, ötedeki görüşlerle, düşüncelerle, insanlarla, canlılarla varlıklarla iletişimimizi kesmedik. Ufkumuz, kendi iç dünyamızı taşıyacak denli derin; öbür ufuklarla birleşmeye, söyleşmeye, yüzleşmeye, tartışmaya, kavgaya hazır olacak kadar, geniş; heyecanını, devingenliğini yitirmediği için hep yükseklerdedir.
Çukura düşücünün dünyası, küçük vıdı vıdı kaygıların yumağından oluşmuştur. Bu dünya kaygılarını kaygı tamircilerine bırakıp, bir başka âleme, endişe iklimine yönelelim.
ENDİŞE İKLİMİNDE
Vıdı vıdı kaygılardan endişe iklimine çıkmak kolay değildir: Güçlüdür bu dünyada kaygı çukurunun çekimi. Bedenimizi düşünelim. Ağrımız var mı? Sağlıklı mıyız? Ya kansersek? Ya şimdiye dek tanısı konulamamış bir sayrılık bedenimizi kemiriyorsa? Bedenimiz böylesi sorularla yuvarlar bizi çukura: Belki de ağrımayacak olan beden, ağrımaya başlar; girdabına süsleniriz kaygının. Bu kaygı bizi kaplar, mânâ zeminimizi daraltır; hapis düşeriz dar anlamlara. Kaygı tıkar bizi, kaygıya tıkılırız. Yıkılsak, yıkılmayız; kör olası kaygı bizi ayakta tutar, olduğumuz yerde, battığımız yerde.
Duygularımızı düşünelim: Kuşkularımızı, güvensizlerimizi. Ya dedikleri yalansa ya beni aldatıyorsa? Onu seviyor muyum? Nefret mi ediyorum? Nedir duygum ona karşı? Bu duygu belirsizliği vıdı vıdısı. Duygularımızın iki yüzlülüğünden utanma vıdı vıdısı, kimi düşünürlerin (Kierkegaard!) derin bulduğu bir vıdı vıdı. Gizli suçluluk duyguları. Günah duygusu. Pişmanlık. Hep eksik hep yanlış hep bir şeyleri kaçırıyor olmanın ağır yükü: Öyle olmasak da kendimizi öyleymiş gibi duyma. Kendimizden tiksinme. Değersiz bulma.
Korkularımız: Kayıyor kaygı ayaklarımızın altından, gerçek kayıyor: Soluk almaktan korkuyoruz, adım atmaktan; kırılıveririz, düşüveririz. Kaygı enerjisinin tersine işleyişi, insansı dünyaya, yaşamaya bağlayacak kaygı; gerisin geriye işliyor, bizi kendimize çakıyor.
Düşüncelerimizin işleyişlerini düşünelim. Öylesine işliyorlar ki çukur açıyorlar önümüzde. Kuruyoruz boyuna, dahiyâne kurgular; kaygıların sırça sarayında, kaygıların kör akışını, engelleyici gidişini, düşünce akışımız hünerle destekliyor: Nous(akıl) aşırı güçleniyor, aşıyor sınırlarını, para-noetik alana giriyoruz, para-noia’ya. Akıl kendini kemirmeye başlıyor: Kaygı seli işgal ediyor aklı, akıl kaygıya teslim oluyor; kaygının forsası oluyor.
Çevremizle ilişkilerimizi düşünelim: Saçtığımız kaygılarla uzaklaştırıyoruz çevremizdeki insanları. Toplumsal bağlar çözülüyor. Kültürümüzle bağ kuramıyoruz. Türkü söyleyemiyoruz. Şiir okuyamıyoruz. Tavla oynayamıyoruz. Gülen insanlara kızıyoruz. Mutlu insanlar canımızı sıkıyor. Herkes bizim gibi kaygılansın, herkesin kaygı çukurunda canı çıksın istiyoruz. Kaygı cehenneminde yanıyoruz.
Endişe iklimi, kaygıya olan bakışımızın, tutumumuzun değişmesiyle yaşanabilir. Bir zemin değişikliği gereklidir, psikolojinin deyimiyle bir çerçeve değişikliği (Gestalt Switch!). Kaygının, bizi batıran, kalakaldıran, yapıştıran etkisini dönüştürmeye hazırlık olacak bir değişiklik iş başındadır, iklimin yaşanabilmesi için.
Endişe iklimini anlamaya Dîvan-ı Lügat-üt Türk'ten yola çıkarak başlayalım. (Türkçe’min kaygı gülü oralarda açıyor!) -Türk Dil Kurumu Yayınları, çeviren Besim Atalay, 1986-
Tiriğ erse turugsadı
Anğar sakınç küni togdı
(III, 333, ll-12)
“Yaşadıkça, durmak istedi, sağ kalmayı arzu etti; onun için sakınç küni ‘kaygılı günler’ doğdu.” Bu sözleri yer aldığı bağlamdan “kopararak” yorumluyorum; elbette bu sakıncalıdır; amaç kaygı bahçesini anlamaktır; çiçekler yer değiştirebilir! Kaygılı günler niçin doğdu? Sakınç günü, sakıncalı gün, kuruntulu gün, günlerin sebebi nedir? Sağ kalmak! Yaşamayı istemek! Burada, konumuz açısından, vıdı vıdıdan çıkış kapısını görebiliriz. Belli bir yaşam biçimi vardır ki, bize sakınç günlerini hazırlar! Burada sakınç bizi esir almıyor: Sakıncın başımıza neden belâlar açabildiğini görmüyoruz. Belli yaşama biçiminde “turugsamak”, duraksamak, durmak dert kervânına katar bizi. Kaçmamız gereken şeydir bu yaşadıklarımız, sakınılacak bir şeydir. Kaygının endişe iklimindeki adı “sakınç”tır!
Kaçtı sakınç sevnelim
(I, 142-17)
Ne güzel bir söyleyiş: Kaygı bulutları dağıldı, hadi sevinelim. Kaygıya böyle bir bakış, çukura götürür mü insanı? Kaygı, istemeyerek gelendir, bir belâdır. Bir yazgıdır; bir yağmur gibidir örneğin, yağar ve biter. Güneş açar sonunda. Sevinç başlar. “Sakınç”ın kendisi dert edilmez. Kaygıya sığınılmaz. Kaygı uzağımızda durmalıdır.
Mende bulnur sevinç otı kadhgu atar
(III, 374-6)
Sevinç otu, doğadan gelir; insan tüm doğallığı içinde, kuşlarla, böceklerle, dağlarla, toprakla, ağaçlarla yaşar. Varsın, kadhgu (kaygı) buyursun gelsin! Otu yedik mi sevinçle dolar içimiz. Vıdı vıdı kaygıdan endişe iklimine geçişte doğanın farkına varırız. Çevreyi duyarız. Kaygıyı sevinçle ilişkiye sokabiliriz: Artık kaygı ruhumuza çökmez, tüm duygularımızı ele geçirmez! Duygu çoğulluğunu, farklı duygular yaşayabileceğimizi anlarız.
Üdhik mini komıttı
Sakınç manğa yumıttı
(I, 69, 8-9)
Sevgi beni coşturdu, sıkıntı başıma toplandı! Sevgi ve coşkunun yanında sakınç duruyor! Ne güzel kaygıdır şu sakınç: Entellerimize, çok bilmiş aydınlarımıza nasıl öğretmeli? Sakınç otu var mıdır acep, viskilerine koyalım içsinler! Sevinç otu bizim şerbetimizde bulunsun, sevinç otunu içip, sevinç atıyla dörtnala koşalım, çukur ötesi diyarlara. Sevinç otu, odumuz olsun, içimizde yansın bu od, çukurdaki psiko-analist arkadaşlara selam verip yola koyulalım:
Sakınç kudhi kizleyü
Tün kün bile sevnelim
(I, 100,7-8)
Sıkıntıyı, kaygıyı çukura, kuyuya gizleyip, gece gündüz sevinelim! Nereye gizleyeceğiz sıkıntıyı? Çukura, kuyuya. Hangi çukur o? Vıdı vıdı çukuru. Kaygı kalsın orada. Kimseler görmesin kuyuya atalım kaygıyı. Kaygı kuyuda olsun. Biz olmayalım kuyuda. Kaygı çukurunda kalsın. Yeri de orası. Dikkat edin: Kaygı ortadan kaldırılmıyor, yalnızca gizleniyor! Gizlenen kaygının ardından düğün bayram! Ne güzel kaygıyı gizledik! Oysa çağımız çukur aydınının marifeti, kaygısını başımıza kakmaktır. Aydınım, kaygılıyım. Ancak, salaklar, geri zekâlılar kaygısızdır. Aydın salak olmadığına göre kaygılı olmak durumundadır. Sakıncı baş tacı edip üzüm üzüm üzülelim aydın kardeşlerim. İnsan suçluluk duygusuyla doğar (Batılı insan “ilk günah” ın suçuyla!). Hatırlayıp kahrolalım. Sevinç bize yakışmaz çağımız aydını vıdı vıdı dünyasında yanmaktadır! Sevinç, endişe iklimine çeker bizi. Dikkat edin, cennet değil, bu iklim; endişeli iklim, kaygının güzelleşmeye, varlığımıza katkıda bulunmaya başladığı bir iklim. Kaygı, eski dilde kadhgudur, yani katkıdır: İnsana bir katkı. Bu katkıyı anlayamayanlar onu belâ, onu lânet olarak gömüşlerdir! Kaygı, bizi endişe ikliminden de öteye taşıyacak bir güç olarak, bir kayradır, bir lütûftur. Neden kayradır, kaygı; çünkü, kaygıda kaygurmak vardır, kayırmak, korumak, gözetmek, sakınmak (Bu konuyu sonra ele alacağız!). Kaygı, diğer insanların acısına, sıkıntısına duyulduğunda paylaşmaya götürür. Yoksa bir başına acı bizi endişe ikliminde tutar, durdurur:
Kadgu meni turgurur
(111,295,8)
Endişe ikliminin çukurdan farkı, ufuk farkıdır. Orada kaygının diğer duygularla ilişkiye geçtiğini, kendi içinde renklendiğini, deyim yerindeyse, bir kaygı gökkuşağı oluşturduğunu görebiliriz.
Kördi meni emleyü
Baktı manğa imleyü
Kaldım köngül tımlıyu
Kadgu meni turgurur
(III, 295, 5-8)
Beni iyileştirerek, hastalığıma çare bularak gördü, işaret vererek baktı, gönlüm donarak baktım ona, ne yapacağımı şaşırdım; kaygım beni durdurdu. Tahmin edilebileceği gibi, sevgilinin çağrısı söz konusu burada, bakış yaraları iyileştiriyor! Bakış kaygı çukurundan çıkarıyor bizi. Sevgilinin gözü, çukurdan alıyor; bakışlarındaki “im”i, işareti anlıyorum; vıdı vıdı dünyasına kaygı zincirleriyle bağlı ruhum kanat takmaya hâzır; ama başaramıyorum, kuyudan çıkıyor endişe iklimine takılıp kalıyorum: Gönlüm donuyor, kaygı endişe ikliminde dönüşüyor, sevgilinin görüşüne, bakışına açılıyor; ama bakış gönlümü harekete geçiremiyor: Kalakalıyorum endişe ikliminde, kaygım durduruyor beni.
Vıdı vıdı dünyasının kaygısı batırıcı, düşürücü kaygı idi. Şimdiyse durdurucu. Olsun, bu da bir ilerlemedir. Sevgilinin beni görebildiği, öteki’nin beni fark ettiği bir iklimdeyim. Kaygının zulmeti, ruhumu görünmez kılmıyor. Görülüyor ve görüyorum. Ama gidemiyorum sevgiliye. Durduruyor kaygım beni.
Endişe iklimi: Vıdı vıdı dünyasının ötesinde, sevgilinin, dostun, ötekinin bizi fark ettiği, bizim ötekini fark ettiğimiz yer. Bir “iyileşme”nin sonucu ordayız; çukurumuzdan bir dost bize “işaret” etmiştir. Bana “imle- yü” bakan bir dostun sıcaklığını örtememiştir kaygım, beni tıktığı çukurda. Çıkmışımdır, “imleyü” bakanı gömüş, ona doğru yönelmişimdir: Yöneldim ve dondum kaldım. Neredeyim? Endişe ikliminde. Ne durdurdu beni? Kaygı. Yine yapacağını yaptı. Hâlâ etkili üzerimde. Endişeliyim. Endişe iklimindeyim. Çukurun cehenneminden sonra, bu da bir ilerlemedir!
Neresi endişe iklimi? Neyleyeceğim buralarda? Bu dünyada bu dünyayı vıdı vıdı olarak yaşayan da var, endişe iklimi olarak da. Endişe iklimi bir bilinçlenme diyârıdır. Neden orada olduğunuzu bilirsiniz. Sevgiliye varamazsınız. Kendinize ve “ötekine” uzak düşmüşsünüzdür. Şimdi bu iklimin fenomenolojik betimlemelerini Yunus yapsın:
Aşkın zencîrini üzem
Deli olam dağa düşem
Şensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni
Aşkın zinciri kırılmalıdır, (üzmek: kırmak, ayırmak!). Nedir aşk? [Elbette, kendi bağlamımız açısından Yunus’un ilâhî aşkını taşıyoruz! Yunus’u çarpıttığımız söylenebilir. Yunus, endişe ikliminde yaşayan bizim gibileri anlar; onu farklı yorumlamamızı, arayan, seçenekli düşünmek isteyen birinin kaygısı olarak görür, bağışlardı. Yunus’un hoşgörüsüne saygımız vardır. Güveniyoruz. Aşk beni kuyudan çıkaracak, ötekinin aşkıdır; kaygı beni durdurmuş, gönlümü dondurmuştur. Artık, bu âtıl, bu donmuş, durmuş hâlden kurtulup, zincirleri kırma zamanıdır. Deliliğim bundandır. Kaygının olumsuz enerjisini, deliliğin coşkusuyla yenmenin peşindeyim. “Vakt erişmiş”, dağlara düşmüş, kaygının görünmez kıldığı “seni”, “ötekini”, sevgiliyi görmeyi düşünmekteyimdir. Endişe ikliminde seni gördüm, seni gördüm vıdı vıdı kaygıdan uzaklaştım; seni gördüm, kaygı karanlığı, kaygının dondurucu soğuğu beni endişe iklimine götürdü; bu iklimde kaygımı endişeye dönüştürdüm; endişemi sana yönelttim. Tıpkı Diyarbakır yöresinde bir mezar taşında yazdığı gibi:
Vahdet-i fi yâ munîs
Seninle birleşmektir amacım ey sevgili! (Bu sözü bana iletip yorumlayan hocam sevgili Yasin Ceylan’dan özür dileyerek, kendi yorumumu yapıyorum!). Beni gören sevgili, “munîs”tir, dost canlısı, ötekine saygı duyan biridir. Onun işaretinden anladım ki “kesret” âlemindeyim; birliğim (yalnız birliğim mi? Dirliğim de!) yok olmuştur. Seni arıyorum, sana ulaşmayı düşünüyorum. Mezar taşı söylüyor bunu. Endişe ikliminde yaşayan bir cân söylemiştir bu sözü. Ölmüş, ölerek, ölümden sonra kavuşmayı ummuştur. Sevgili uzaktadır. Uzletteyim. Vuslatım belirsiz bir zamana kalmıştır.
Sevgilinin sevgi dolu, sıcak yüzü bana endişe iklimini işaret etmektedir! (Levinas’ın Ötekisi on emiri işaret eder. Benim sevgilim, ötekim, sevgiyle bakar bana, beni çağınr! Bana kendini hatırlatır!).
Ben vıdı vıdı dünyasının, dünyevî kaygıların uzağına ulaştım artık. Karacaoğlan’ın sesini duyuyorum:
Bin kaygu bir borç ödemez
Gamlanma gönül gamlanma
Borcu ödemek gerek. Endişe iklimi insanlığa duyduğum borcu hatırlatır bana. Kaygıyla ödeyemem borcu. Eyleme geçmem gerekir; ahlâk alanındayımdır, artık. Gam kılığına girmiş, vıdı vıdı kaygıdan kurtulmalıyım bir an önce.
Dîvan şiiri, endişe ikliminde dolaşan, “gam esiri” şairlerin feryatlarıyla doludur. Hicrân, fırkât, ayrılık bir türlü bitmez. Dîvan şairlerinden çok azı aşk zincirini üzmüştür! (Belki Fuzulî bile) Neden derseniz, gamı gönüllerinde hissederler; bu gamın kılık değiştirmiş vıdı vıdı kaygı olabileceğinden kuşku duymazlar. Gamla dost olurlar. Gam onları feleğin çemberinden geçirir. Oysa feleğin çemberi vıdı vıdı dünyası içinde hapsolmuştur. “Zaman-ı gerdiş”, olmuştur; günlük yaşamın zamanı.
Zaman-ı gerdişe uymaz, zaman-ı aşk-u muhabbed
denmiştir. Dîvan şiirleri zaman-ı aşk-u muhabbeti endişe iklimine çekmeyi başarsalar da garip duygu ve düşünce cambazlıkları yapmışlardır. Gam sevgiliden gelir, sevgiliden geldiği için değerlidir; hattâ o da bir sevgilidir diye düşünmüşlerdir zaman zaman; gamın çaresini yine gamda aramışlardır! (Fuzuli!) Murad mumu yanacak sevgiliye kavuşulacaktır. Ama, sevgiliye ulaşılamamanın gamı, sevgiliye dönüştürülmüştür. Gamı bir elbise gibi giyip dolaşmışlardır. Gamı, yakalarına yapışıp bırakmayan bir ele benzetmişlerdir. Can bir buhurdan, içinde yanan tütsü de gam olmuştur. Gamı böylesine muhabbetle karşılama, mazoşist eğilimleri hatırlatmıyor değil; ama bana hep vıdı vıdı kaygının, edebiyat kılığında bir oyunu gibi geliyor. Endişe ikliminin endişesini gama, gamı da yaşama sevincine dönüştürmüşlerdir. Büyük bir ruh zekâsı! Munîs, mezar taşlarında bir yazı olarak hâlâ onları beklemektedir. Ebediyyen bekleyecektir.
Endişe ikliminde olabilmek, vıdı vıdı dünyanın bilincinde olabilmeyi gerektirir; “bir şaşma”, bir “sorgulama” endişe ikliminin yaşanan hâlleridir.
Bir elif tahsil eden münezzehtir âlemden
Endişe ikliminde niçin durup gezerim.
Yunus soruyor. İlginç bir sorgulama peşinde: Bir elif tahsil eden bu âlemden, endişe ikliminden arınmalı, kurtulmalı. “Elif tahsili” yeterli olmalı, bu “kurtuluş” için. Elif, kuyunun göğe açılan ağzında yazılıdır: Tanrı’dır. Gökyüzüdür, kaygıya katılmış kutsallıktır. Kaygıyı göğe çekmedir, elifte göğe yükselme vardır. İncecikten yağan kar, “elif, elif’ diye tozar. Karacaoğlan duymuş bu sesi. Elifi Yunus gömüş, okumuş. Okuduğu için endişe iklimi okulundan mezun olması gerektiğini ileri sürüyor. Çünkü elifi okuyabilmek kolay değildir; elif semavî dinlere “gönderilmiş” kitapların tümünün ortak anlamını, yorumunu içinde taşır:
Dört kitabın mânâsı tamamdır bir elifte
Be dedirtmen siz bana be diyecek azarım.
Elif yeter, evrenin gizini çözebilmek için; ikinci bir harfe (“be”, harfine örneğin!) gerek yoktur; be demeye ne gerek var, be diyerek kızgınlığımı göstermek niye? Elif tüm kitapların gizini taşır içinde. Yunus elif okumuştur ama bu bilgisi onun endişe âleminden, endişe ikliminden kurtuluşuna yetmiyor. Bilgisi özeldir. Elif okuyabilmek, vıdı vıdı dünyasının dışında, kaygı çukurunun ötesinde yaşayabilmek demek. Yunus bu bilgisiyle endişe iklimine gelebilmiş ama daha öteye geçememiştir. Gerçekten geçememiş midir?
Kaygı eli ermez idi gussa gözü görmez idi
Endişe şehrinden taşra bir ulu muhidde idim
Kaygı elinin boynumuza sarılamadığı, dert gözünün (gussa gözü!) göremediği, bir ulu ortamda bulunmuştur. Yunus; Endişe ikliminde, endişe şehrinin uzağında, ulu bir “muhitte”, çilesini çekmeye hâzır; beklemektedir. “Bulunmuştur” yalnızca ulu ortamda; endişe şehrinin uzağı, ötesi, taşrası da endişe iklimindedir. “Ulu muhit” de endişe iklimindedir.
Yunus, vıdı vıdı dünyayı reddetmiş; endişe ikliminde yürümekte. Endişe ikliminden kurtulmaya çalışmakta, bu çabasında başarısı da var: İklimdeki şehirlerden birinden kurtulmuş, endişedeki elifi, endişedeki ululuğu görebilmiştir. Nasıl mı? Gussa gözünü, vıdı vıdı kaygı gözünü kapatarak! Peki “ulu mekânda” olmak, endişe ikliminin ötesine götürmez mi bizi? Götürmüyor. Yunus’un sorguladığı da budur: “Neden endişe ikliminde durup, gezmektedir?” Elif tahsil etmiş, ulu mekâna varmış, yine de endişe ikliminin sınırlarını aşamamıştır. Belki de bir başına bilgiyle, tahsille endişeden azâd olabilmenin yolu yoktur.
Öteye geçebilmek, ötedekini görebilmek, kavrayabilmek, yaşayabilmekle olanaklı:
Bunca uzun endişeler yoldaşımız idi bizim
Dost fîkretinden artığı bilin ki külli kıyl u kâl
Dost fikreti? Kimin düşünce âleminde dost fikreti var? Dost düşüncesi? Dost fikretinden farklı olanlar, boş sözlerdir artık. Dost, endişe ikliminde yerini almıştır. Doğrusu, biz dostun yanında yerimizi almışızdır. Dost fikreti, bir endişe âlemi olan düşünce âlemimizi dönüştürmeye başlamıştır. Ne vardır dost fikrinde? Elbette sevgi. Elbette dayanışma. “Vahdet-î fi yâ munis”! Birlik sende sevgili! Tanrı olan sevgiliye söylenmiş, dünyadaki sevgiliye niye söylenmesin? Sevgili neden cinsellik bağı olan birisi olsun yalnızca, sevgili sevgiyi başaramayan insanların, cinsellik torpiliyle yaşayabilecekleri bir beden midir? Vıdı vıdı dünyasının kaygısından sevgili nasıl oluşur? Hangi kaygılar, nasıl bir kaygı beni sevgiliye götürür?
Dost fikreti yüreğimizde duyulmadıkça, düşüncemizde dans etmedikçe sevgili, vıdı vıdı sevgili olacak, endişe iklimine taşınamayacaktır? Peki, kimin sevgilisi endişe ikliminde? Kaçımız bu iklimin insanlarıyız? Elitist mi düşünüyorum? Emek ister sevmek de kaygı duymak da. “İpini koparan” vıdı vıdı dünyada gitmek istediği yere gider. Kalbini, beynini, kendini kaygı terbiyesinden geçirmemiş insana, endişe iklimi nasıl açılsın? Elitist değilim: Belli bir sınıfa, diplomaya, ırka, cinsiyete, yaşa, kültüre öncelik tanımadığım için. Yaşamak zor zanaat. İnsan olmak zor. Kaygı duymak gibi olağan, kendiliğinden bir yaşantının bir yaşama kaygısıyla ilişkiye sokularak ruhsal bir damıtmadan geçirilmesi önerisi de, bu açıdan ilk bakışta anlaşılmaz gibi görünüyor.
Endişe ikliminin eşiğinde birçok sanatçı duruyor. Duygularını bir yanardağ patlaması, bir zelzele, bir felâket gibi yaşayan insanlar. Vıdı vıdı dünyasıyla endişe iklimi arasındaki “no man’s land”de, sınır bölgede, yalpalayanlardan ödeneceklerimiz vardır. Örneğin Lâtin şairlerinin bu yalpalamaları oldukça düşündürücüdür. Vergilius’un Aeneis 'inden bir dize:
Sunt lacrimae rerum
Gerçeğin gözyaşları vardır: İyi bir saptama. “Kahpe felek” edebiyatı mı bu? “Göden nur yağsa, benim başıma taş düşer” duygusu mu? Gerçeğin tanınması, gerçeğe çarpılma. Gerçeğin fark edilmesi. Gözü yaşlı gerçek: Gözü yaşlı dünya, eğip bükemediğim, hükmedemediğim, benden bağımsız olan şey (res!). Vıdı vıdı dünyasının lâneti değil bu, gülmenin ağlamanın, sekmenin, tiksinmenin yaşandığı dünyaya belli bir açıdan bakabilme yürekliliği.
Odi et amo: quare id faciam fortasse requiris
Nescio, sed fieri sentio et excmcior.
Catullus’un ünlü sözleri: Çatışan duyguların vıdı vıdı kaygıları kıran gücü. Biraz serbest çeviriyle: (Özür dileyerek!)
Nefret ediyor hem de seviyorum, ne oluyor bana yahu
Bilmiyorum. İliklerimde duyuyorum bunu Kahroluyorum.
Biraz daha yenilerden Coleridge’in bu çatışmalı durum için yorumu şöyle:
To be wroth with one we love
Doth work like madness in the brain.
Hiddetle birleşen aşk, beyinde bir delilik gibi etki gösterir. Öfke, kızgınlık, nefretle aşk birleşemez, birleşirse delilik olur, buyruluyor. Türkçe’mizle:
Sevdiğimize gazâbımız
İşte delilik azâbımız
Delilik duygusu: Endişe ikliminin eşiğinde tutar bizi. Gereklidir. Acılıdır, ama güzeldir. Çatışmaların, tutarsızlık olarak görünen zıtlıkların yaşanması, insan olma çabasının gereklerindendir. Yine Catullus, hafif meşrep sevgilisi Lesbia’ya aşkını anlatırken, feleğin bu tür çemberlerinden geçmekedir:
... amantem iniuria talis cogit
amare magis...
“Zulmün böylesi seveni daha çok sevmeye zorlar”mış. Catullus’un yalancısıyım. Şiddetli duygular, duygu çatışmaları fark edildikçe endişe ikliminin sınır kapılarına doğru yolculuk başlar. Girince içeri ölüm endişesi, olanca düşündürücülüğü ile bizi karşılar:
Yanar içim göyner özüm ben ölü(mü) anıcak
Ölüm endişesi ne hoş ululara danışacak.
Yunus bu: Endişe ikliminin saygın mihmândârı! Lâtin kapıya getirdi, girdik: Kapıda Yunus: İçin için yanan ruhuyla ölümü sorgulamaktadır. Ölümü anınca, içine ateş düşmektedir. Bu ateş elbette vıdı vıdı dünyasının ateşi değildir. Dünya hesabının, hesap dünyasının ateşi değildir. Buradaki kaygı, endişe ikliminin ufuklarını açacak, ruh zenginliğinin kaygısıdır. Ve tam da bu noktada endişenin, açıkça dönüşümünü gözlemekteyiz: Ölüm endişesi hoştur! Kaygı, vıdı vıdı dünyada bir belâ, bir çamur olan kaygı, burada hoş bir endişeye dönüşmektedir (Hoş endişe? Hoş bir endişem var sevgilim: Seni seviyorum!). Yalnız olmadığı için, ululara danışılan endişeyi yaşadığı için, Yunus’un endişesi hoştur. Hoş endişe! Yüreğimize hoş geldin. Vıdı vıdı bucağından nice acılarla ulaştın, gönlümüze.
Ey yâranlar, ey kardeşler, korkaram ben ölem diye
Öldüğümü kayırmazam ettiğimi bulam diye
Bir gün görünür gözüme aybım vurulur üzüme
Endişeden del olmuşum nidem ben ne kılam diye
Hoş endişe, danışacak ulular varsa, gerçekleşir. Böyle ulular var mı çağımızda? Hoş endişe olmadığına göre, yok. Ulular yok. Gazetelerde köşe yazarları, magazinciler, psikologlar, paragöz psikiyatristler, vıdı vıdıcı felsefeciler, şaşkın sosyologlar, ipini koparmış sanatçılar var!
Yunus’un yârenleri var, endişe dostları, endişedeşleri, ölüm korkusunu, endişesini üleştiği. Endişe üleşildikçe hoşlaşır (Ama hâni endişemi üleşecek dostlar? Dost fikreti nerede, düşünce dünyamın?). Ölüm endişesi çok temel bir endişe, biz ölümlüler için (ölüm vıdı vıdısı değil!) Sarsıcı ürkütücü bir duygu: Ahlâk endişesi, sorumluluk, hele hele adalet duygusu ölüm endişesini “tahvil ediyor”, dönüştürüyor. Ölüm istenir oluyor, çünkü hakkın Dîvanında hesap sorulacaktır, ettiğimi bulmam gerekir; bu aklıma gelince kaygımı “kayırmaz” oluyorum! Hatırlayalım: Kaygı dönüşümü danışacak dostlarla, ulularla ve ahlâk duygusuyla gerçekleşiyor. Mutsuzluğun, vıdı vıdı kaygıcılığının, kaygı pazarlamanın ahlâksızlık olduğunu söylerken, bunu demek istiyordum: Kaygıyı ve mutsuzluğu sakın ola ki sömürmeyelim! Dünyanın değişmesi için ikisi de gerekli, zaten hep vardılar hayatımızda, hep de olacaklardır. Mutsuzluğun sömürüsü ancak bu kötü dünyayı sömürmeye çalışanlara hizmet eder. Devrimi mutlu insanlar yapacaktır. Mutluluk bir duygu değildir çünkü; bir “karakter”dir, bir “huydur”! Mutlu insan da kaygılanır, acı çeker. Ama onun hayatına baktığımızda, çilelerle, acılarla baş etmeye çalışan dünyasının ardında, enerjisini kullanmaya açık bir cesaret, bir heyecan; yılgınlığın, mutsuzluğun tembelliğini ortadan kaldıracak bir yaşama coşkusu olduğunu görürsünüz.
Ahlâk duygusu, eksikliğin, özürün ortaya konması, endişe dünyasında bir arada yaşamaya karşı duyulan sorumluluğun belirginleştirildiği ahlâk endişesinden gelir. Yunus endişeden “del olmuştur”, ne yapacağını sormaktadır. Bu sorusu onu temel bir derde götürür: Derd derdine!
Dert gerektir dert gerektir dert gerek
Kim gerek derde verem dermanımı
Yunus’un bu sözleri dertlerimizi depreştiriyor. Bizdeki korkaklığı, yılgınlığı, çirkinliği yüzümüze vuruyor: Bir meydan okuyuştur bu, ne büyük cesarettir! Endişe ikliminde dert aramaktır. Derman verebilsin diye. Dert yoksa, derman nasıl verilecektir? Kaygı yoksa, kaygıya şifâ nasıl bulunacaktır?
Kaygı bende var, niçin? Derman vereyim diye var. Kaygıları yenme kaygısı var bende. Kaygıları kayırma var. Kaygılara özen gösterme. Kaygı gülünü onun için sulamıyor muyuz ruhumuzun? Kaygımız ölürse biz de ölmez miyiz? Dert yoksa, bir lâle olan, bir sümbül olan, bir kardelen olan, hattâ boynu bükük bir gelincik olan dermanımız nasıl olup da açacaktır? Kaygı hoş geldin. Hoş kaygı, hoş geldin. Vıdı vıdı âleminden de olsan, endişe ikliminin kapısında durmuşsun. Hoş geldin, dermanımla buluşun hadi. Dermanımla dost olur.
Nereden gelir dermanım? İnsan olmanın, endişe ikliminin uçsuz bucaksız sınırlarını yaşamanın bilincinden, dostlarından, sevgiliden, ululardan, ahlâk duygumdan. Kaygı kozası içinde bir dermanım ben. Onu sevince dönüştürüp uçacağım!
(Bütün bu söylediklerimi “dolduruşa getirmek”, “uyutmak” olarak gören okura, verecek dermanımız yoktur, onun da bizi anlamaya dermanı yoktur!).
Eşkere kıldım bugün pinhânımı
Cân verüben buldum ol cânanımı
Bende derman var çünkü gizlerimi meydana çıkardım, ortaya koydum. Kaygı beni tüketmedi! (Vıdı vıdı kaygı öldürücüdür. Tüketici, yok edicidir). Gizlerim hep vardı. Gizlerim, gizil gücümdür. Meydana çıkardım onları, onlardan güç aldım, canımı verip cananımı buldum. Sevgimi, ruhumu endişe iklimine, o iklimin ötesine adayıp cananımı, sevgiliyi, ötedekini, ötekini, kaygıdaşımı buldum (Yunus Tanrıya sesleniyor. Bu buluş, bulma, insana da erişebilir!).
Endişe iklimindeki keşif gezimiz bize çağımız insanın kaygısıyla nasıl yanlış yaşadığını gösterdi. Bize hoş endişeleri duyuracak, içimizdeki gizleri özgürce yaşamaya, geliştirmeye olanak sağlayacak dünyaya gereksinimimiz var.
Dönüşümün eşiğinde
Endişe ikliminin ötesi var mı? Elbette var. Bu da yazımızın başında sözünü ettiğimiz hiçlik kaygısının anlaşılması, yaşanması, anlamlandırılmasıyla olanaklı.
Vıdı vıdı dünyadan endişe ikliminin sınırlarına doğru yolculuğa yine bir Lâtin şiiriyle çıkalım. Ovidius’la. Dönüşümler diye çevirebileceğimiz Metamorfôseis’in hemen girişiyle:
In nova fert animus mutatas dicere formas
corpora; di, coeptis (nam vos mutastis et illias)
adspirate meis primaque ab origine mundi ad
mea perpetuum deducite tempora carmen.
Ovidius’un dönüşüm düşüncesi ilginç; neden, nereye bizi ilgilendirmiyor. Biz endişe iklimi yolcularıyız, her han bize uygundur; yolculuk arkadaşlarımıza râzıyız; Ovidius’un çağrısı kulağımıza çalınır, ilgimizi çeker, hoş kaygılar uyandırır. Ovidius’un Metamorfôseis’i (ya da Metamorphôses'i) düşlerle dolu, belki de pek ciddiye alınmayacak bir yapıt: Yine de dönüşüm düşüncesine, dönüşüm düşüncesinin dönüşümüne, onun sözlerinden esinlenerek başlayabiliriz.
Hangi dönüşümlerle, değişimlerle, cisimlerin yeni biçimler aldığının türküsünü söylemek istiyor Ovidius; “ey tanrılar” diyor, bu değişimler sizin eserinizdir; başladığım bu işi başarmam için bana ilham verin, söylemeye çalıştığım bu türküyü dünyanın yaratılışından zamanımıza kadar durmadan, kesintisiz biçimde götürün.
Dönüşümün türküsünü mitolojiye uygulayacaktır, dönüşümler bir sihirbaz sopasının değişimiyle gerçekleşecek gibidir. Dönüşümün şiirini kültüründen yansıtacaktır.
Ovidius, özellikle yaşamının sonlarına doğru sürgüne gönderildiği için acı çekmiş bir şair; kaygısı dünyevî görünüyor, türküsünün dünyada zamanın oluşumundan başlayarak şimdiyi kapsaması gerektiğini düşünüyor; bu kaygısı onu ölümsüz tanrılara yaklaştırıyor, onlardan yüreğine esin göndermesini diliyor. Vıdı vıdı dünyanın çıkışında, endişe iklimine birkaç adım kala soluğu kesiliyor bence: Dönüşümleri başlatıyor; Khaos’tan başlayarak ama endişe iklimine girebilecek dönüşümü gerçekleştiremiyor. Dünyaya çakılıp kalıyor; ölümsüz olduğunu söylediği tanrıların dünyadaki yansımalarına.
Kaygı, Eski Yunanca’da “agkhô” fiiliyle ilgili, Lâtince’de “Angô”ya dönüşmüş: Boğaza sıkıca bastırmak, boğazlamak, boğmak anlamlarından çıkıp geliyor. Türkçe’de “boğuntu” sözü, bu anlama yakışıyor; yalnız “boğuntuya getirmek”, bir kandırmacayı gösterdiği için, çağrışımlarıyla “ango”yu tam vermiyor. Bir açıdan ilginç: Bir kaygı olarak boğuntu, çağımızda boğuntuya getiriliyor; değeri anlaşılamıyor. Bu, boğazımızı sıkan, bu bizi daraltan, gönlümüzü, içimizi sıkan yaşama hâline gark olmuş (boğulmuş!) insanlar, kaygıyı tanımıyorlar. Hekimlerin inceleme alanında, farmakolojik araştırmaların deney hayvanı olmuş. Ovidius, sevgili Ovidius, dönüşümleri görüyor musun? Angô, Almanca’ya geçiyor, örneğin “eng” olarak. “Eng”, dar demek, “das Kleid ist sehr eng”, elbise çok dar: Elbise değil, gönül çok dar, ufuk çok dar. Kaygı, endişe ikliminde dostlara uzanıyordu, “eng” olarak da dostlar arasındaki yakınlığı, sıkılığı gösteriyor bize: “enge Freunde” sıkı fıkı olmuş dostlar! Enge Freunde endişe ikliminde mi, vıdı vıdı dünyasında mı? Vıdı vıdı dünyasının Almanca’sı “die Enge” olmalıydı: Dar yer. Dar yerdeki, dar gönül, dar gönüldeki sıkıntı. Ovidius, gör bak, “angô” fiilini nelere dönüşmüş. Nasıl dönüşümler geçirmiş? Endişe iklimi yaşayanlarını köşeye sıkıştırmış (in die enge treiben!), iklimin dağ havasını, ruh açıcı soluğunu soluyamaz olmuşlar; tık nefes (engbrüstig!) insanlara dönüşmüşler. Dar gönüllü (engherzig!) olmaya zorlanmışlar. Bir geçit var, oysa endişe ikliminden, bir dar geçit (Engpass!). Dar kafalı (engstirnig) bakışlar için belki bir açılma olanağı.
Kaygıların hası hiçlik kaygısıdır. Endişe ikliminin ötesindedir, hiçlik, bir şoktur; bir travma, bir anlam yitimi: Dipten gelen bir sarsıntı. Kirlenen dünyayı, pas tutmuş, yılışmış, cıvımış, tavsamış ruhu diriltme fırsatı: Muallakta bir keşif; bir bomboş oluş; hiç bilmediğiniz, tanımadığınız bir yerde, yerçekiminin gökçekiminin, herhangi bir sesin, ışığın olmadığı bir yerde, sallanıp durma: Boğulma, boğuntu iç daralması: Kierkegaard’ın Angst’ı, Heidegger’e başka bir düzlemde ulaşıyor; sıradan alışkanlıklar dünyasından kopma, dayanılmaz bir özgürlük duygusu, Sartre’da “angoisse”, bir var olma kaygısı çok derinde: Hiçbir şey “verilmemiş” bize, geçmiş yok; gelecek açık; “seçmelerle” oluşturacağız kendimizi, boşluktan oluşacağız, hiçlikten. “Korku, belli bir nesneden korku değildir; psikolojik bir durum da değil. Korku, Kierkegaard’da “Frygt”, belirlenmişliklerin, beden hazzının, ahlâk kurallarının ötesine geçip, Varlıkla, tanrıyla karşı karşıya gelebilmektir. Hiçlikte, hiçbir dünya desteği, dünyevî dayanak olmadan durabilmektir. Vıdı vıdı dünyasından, ne yapacağımızı bilemediğimiz endişe ikliminden fırlayıp boşlukta durabilmek: Bütün yalancı desteklere karşı çıktığımız, destekleri yok saydığımız için. Boşluktan çıkmayı denemek istediğimizden. “Uzlet”, hiçliğe ulaşır. Ayrılık, vıdı vıdı dünyasından, bir ara yer alan endişe iklimindendir. Kaygı bizi alır hiçliğe bırakır; doğrusu biz kaygıyı dönüştürürüz, dönüştürebiliriz, hoş endişe açabilir kaygı ağacından, kaygı ağacının uzak dalları bizi hiçliğe bırakır, bu dallardan hiçliğe bırakabiliriz kendimizi, hiçliğe çıkabiliriz.
Elbette zor. Elbette korkulu. Neden vıdı vıdı kaygıdan hiçlik kaygısına? Hiçlikte yok olmak için mi? Kaygıdan kayıp hiçliğe varmak, kaygıyı araştırmak için; kaygıyı çepeçevre sarmak için, kaygıyı en geniş ufku içinde görebilmek için. Özgürlüğü yaşamak için. Hiçlik kaygısı özgür olanın kaygısıdır, özgürleşme kaygısıdır: Zincirleri kırma kaygısı. Bu kaygı kayırma kaygısıdır: Güzel bir dünyayı, güzel insanı kayırma, insan olarak var olmaya özen gösterme kaygısı. Kaygıya açık olma kaygısı: Yunus’ta gömüştük, “dert gerektir bana” diyen kaygı, dermanını vermeye hazır olma kaygısı. Derde, zamana açık biçimde yaklaşma. Hiçliğe yürüyüş, dünyaya sıkı sıkı tutunmamak için, tutunarak kokuşmamak için. Dert, bize gelmeyecektir artık; biz derde gideceğiz. Derdi hiçliğe süreceğiz. Hiçlikten korkmayarak.
Dönecek miyiz bir gün hiçlikten? Elbette! Kaygıyla yitmeyeceğiz, kaygıda yitmeyeceğiz. Hiçlikten dönüş, tazelenmiş, canlanmış, yenilenmiş bir hayatadır. Hiçliğe yolculuk kolay değil, gerekli de değil, gidebilecekler için söylüyorum. Benlik aşılacak, senlik de; bizliğin de ötesine geçilecek, hiçlikten şenliğe geçilecek! Hiçliğe hazırlık, hiçlik yolculuğu, yumuşaklığını yine dostluk sıcaklığı ve mizah duygusuyla kazanacak. Sevgili, dost, hiçlik ateşiyle renklenecek (Yanacak demiyorum; anlamları hiçliğin prizmasından gelen ışınla farklı aydınlanmalara kavuşacak, diyorum).
İşte endişe ikliminin dar geçidinden hiçliğe çıkış, nasıl ve nereye dönüşle biteceğini bilemediği; ama dönülürse kaygının yaşamımıza kattığı gücü görebileceğimiz bir oluş. Bu çıkış, aşkla oluyor. Aşk, yaşam enerjisidir; Batı’da, Erôs’tur. Oysa aşk, hem yaşam hem ölümdür, sevgiyi ve kaygıyı içerir: Bizim kaygımız, Heideggerci anlamıyla hem “Sorge” (Ca- re), hem de “Angst”tır; Hem yaşama bağlar bizi, ötekine bağlar, ötedekine; hem de tozumuzu atar; boğar bizi, sarsar. Kısaca kaygı, bizi insan gibi insan kılmada bir olanaktır. Kaygıların hası aşktır.
Cihanı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmekdür adı aşk
Elindeki sükkeri ayruğa sunup
Ağuyı kendü yutmakdur adı aşk
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ana dutmakdur adı aşk
Bu âlem sanki oddan bir denizdür
Ana kendüyi atmakdur adı aşk
Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat
Vucudi fâni itmekdûr adı aşk
Neden hiçliğe gittiğimiz anlaşıldı mı? Kaygıyı aşkta eritmek için. “Fenâ fil aşk.” Bencilliği ortadan kaldırdık, şekeri ötekine uzattık, “ayruk” bizdendir artık, mübarektir; zehri biz içebiliriz, derdi konuk eden hancılarız biz; dert gerektir bize; belâ gökten yağsa, çıkar başımızı uzatırız; hiçliğe gitmekteyiz; hiçlikten dönmekte; vıdı vıdı dünyasını da geçtik, endişe iklimini de; hiçlik âlemine geldik; ateşten bir denize attık kendimizi. Hiçlikte yaşadık gördük ki varlık geçicidir, gidicidir, bizse ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz: Bu da bizi sonlu olana bağımlı kılıyor: İçimizdeki sonsuzluk, sonlu olduğumuzu anlayınca çıkıyor: Sonlu kılıyoruz varlığı, varlığımızı, sonsuz aşkımızdan dolayı.
Kaygı aşkı yorumluyor; aşk kaygıyı; kaygı gülü açıyor. Bahçesi olanlar düşünsün.
---------------------------------------------------------------------------
Ocak 1999, Ankara