ŞEHİR YURT TUTTUĞUMUZ YERDİR
ŞEHİR YURT TUTTUĞUMUZ YERDİR
- Hocam, şehirleşme ve şehir kültürü konusunda söyleşi yaptığımız hocalarımıza ilk önce şu soruyu soruyoruz: Sizin şehir tanımınız nedir? Sizin bir şehir tanımınız var mı?
- Var tabi, ilk etapta biraz garip görünebilir, gerçekte yapılan şehircilik anlayışının dışında, biraz idealize edilmiş, belki biraz soyut kalan bir tanımım var ama bu tabi benim dünyanın geleceği ile ilgili de tanımım olsa gerek: Aynı mekanda yurt tutan dostların yaşadığı topluluğa şehir denir. Burada bir açıklama yapayım; şehir bir mekân üzerine kuruluyor, mekânla ilgili bir tarafı var fakat o mekân boş bir mekân değil, o mekân bir yurt tutma mekânı. Yurt tutma sözünü çok önemsiyorum çünkü yurt, biliyorsunuz bizim eski Türkçemizde çadır anlamına geliyor, çok önemli çağrışımları olan bir kelimedir. Çünkü yurt tutamadığınız mekan ve yurt tutamadığınız şehir sizin değildir. Çağımızda metropoller var ve o metropollerin içerisinde yalnız, yapayalnız insanlar var. Onlar için “karnımın doyduğu her yer benim şehrimdir” diyorlar. Şimdi bu tabi hazin bir şey, çünkü sadece karın doyurmak için yaşadığın bir yerin şehir olabilmesi, orada yaşayan insanların sadece bir tarafının tatmin edildiği, başka taraflarının tatmin edilmediği, dolayısıyla orada tam insanların değil de, yarım, belki çeyrek insanların yaşadığı bir yer olmasına yol açıyor. Çünkü benim karnım doymazsa elbette hiçbir şey yapamam ama ben sadece karnını doyuran bir canlı değilim. Yani benim umutlarım, düşüncelerim, inançlarım, sevinçlerim, geçmişim, tarihim, kültürüm var. Ben gittiğim bir şehirde karnımı doyurdu diye (diyelim ki hiç bilmediğim, yabancı bir yere, atamın, dilimin, sanatımın, inançlarımın yer almadığı bir yerde yaşıyor isem) o yer benim için şehir olamaz, çünkü yurt tutamam. Yani yurt tutmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdi bizim Anadolu insanı, özellikle Türkleri düşündüğümüzde, Orta Asya’dan gelmişler, bunların göçebe olduğu ve sonra da yerleşik düzene geçtiği söyleniyor. Şimdi yerleşik düzene geçmek yurt tutmak gelmiyor. Çünkü iğreti biçimde de oturabilirsiniz.
Bizim şehirlerimizin en büyük problemi o şehirlerde bizim yurt tutamıyor oluşumuzdur. Çok iğreti oturuyoruz, iğreti apartmanlarda, kötü mimarî yapısı içinde, işte incecik duvarlar, komşuda ne konuşuluyor duyuyorsun, ışık durumu, havalandırma durumu, yemek kokuları, karanlık bir ortam, dolayısıyla yaşamak çok zor olabiliyor. Ben çağımız insanının en büyük probleminin (bizim Türkiye insanının da benzer problemi olduğunu düşünüyorum) yurt tutamamak olduğu kanaatindeyim. Yurt tutmak demek maneviyatıyla o şehrin içinde yaşamak demektir. Sadece başımızı sokacak bir evimiz olsun, işte üç odası olsun, çocukların yatacağı oda olsun, kayınvalidemize de bir oda ayıralım, kaloriferi, banyosu olsun, şimdi bütün bunlar olunca ben şehirde yaşıyor muyum? Şehirde bulunuyorum. Şimdi şehirde bulunmakla, (felsefî yorum dediğimiz için bu tip şeylere giriyorum), yani mevcut olmakla yaşamak ayrı şeydir. Bir yerde mevcut olabilirim ama mevcut olduğum, bulunduğum yeri benimsemiyorsam, onun hakkında bir şey duymuyorsam, heyecan duymuyorsam, hatta tersine orası beni rahatsız ediyorsa, orası nasıl benim şehrim olabilir ki! Yani benim şehrim adresimin olduğu yer anlamında değildir. Adresim fiziksel adres olamaz. Adresimin manevi adres olması lazım, yani öyle bir yerde yaşamalıyım ki, orada kalbim de yaşamalı, orada şarkım, türküm, geçmişim, dilim, şiirlerim, sevincim, üzüntüm de yaşamalı. Genellikle şehirlerde öyle düşünülmüyor, fiziksel unsurlar düşünülüyor. İşte şu kadar genişlikte kanal yapalım, tüneli buradan geçirelim, depreme karşı dayanıklı olsun, yani bizim için başımızı sokacak mekan, yani bizi soğuktan, sıcaktan, yağmurdan korusun, işte komşularımızı ağırlayabilelim, akrabalarımızı misafir edebileceğimiz bir yer olsun, adresimiz olsun ama adresimizin yurt tuttuğumuz yer olmaması çok hazin bir şey. Yani burada, “Vallahi ancak böyle bir yer buldum, maaşım buna yetti” gibi bir durum. Aslında yaşadığımız mekânlar bizi öldürüyor. Neden birçok insan cinnet geçiriyor? Neden birçok insanın ağır, depresyon problemleri var? Neden birçok insan hayatından memnun değil? Gerçi biz Anadolu insanları hep memnunuz, “Allah’a şükür” diye bir tarafımız vardır ama içimizde o tatminsizlik, o ıstırap, o yetersizlik hep var. Çünkü insanı insan yapan mekânıdır, mekân o kadar çok etkiliyor ki, yaşadığınız yer sizin karakterinizi nerdeyse belirliyor. Türkçemizde de deniyor ya, “Aslan yatağından belli olur” diye. Yaşadığın yeri söyle sana kim olduğunu söyleyeyim gibi biraz abartılı olmakla beraber anlamlı sözlerimiz var. Bir şehirde nasıl yaşıyorsun söyle, şehirde komşuların kim, işe nasıl gidiyorsun, kaç vasıtayla gidiyorsun, çalıştığın iş yerinin mekânı nedir, penceresiz, karanlık, öyle yerlerde mi yaşıyorsun? Alışveriş merkezleri var mesela, ne kadar garip yerler, hiç penceresi yok, orada bir tezgahtar olduğunuzu düşünün, sabahın onunda geldiğinizi düşünün, gecenin on, on birine kadar, eve gidinceye on iki oluyor, bu genç insanlar gün yüzü görmüyor, güneş yüzü görmüyor, ayağı toprağa basmıyor, vücudu güneş ışığı almıyor, bu kadar doğallıktan soyutlanmış, uzaklaşmış bir insanın o şehirde sağlıklı bir insan olarak yaşaması mümkün müdür? Mümkün değildir bence. Okullarımızın da hali böyledir. Çok kötü durumda olan çocuklarımız var, elbette parası pulu olanlar için özel okullar olabiliyor ama genellikle, maalesef yağmur yağdığında damı akan, ufacık bir depremde yıkılabilen mekânlarda, korku ve ağır kaygılar içerisinde yaşıyoruz. Şehir benim gönlümle yaşadığım bir yer olmalı. Gönlüm de, hem bedenim, hem duygularım, hem aklım, hem çevrem demektir. En azından dört özelliğimle yaşadığım yer olması gerekiyor. Öyle bir yerde yaşadığınızı düşünün ki, penceremi bir açıyorum komşunun penceresini görüyorum veya pencereyi bir açıyorum karanlık bir yer, bir duvar, bir apartman boşluğu mesela, bunları görüyorum. İçimi hafakanlar basıyor mekânımda. İç dünyamı mahveden, umutlarımı, sevincimi, sevgimi, dostluk duygularımı alan bir yerde insan gibi insan olamam. Orada insan olarak çiçek açamam. Orada insan olarak başkalarına bir şey veremem. Orada sürekli kahır çeken bir varlık olurum.
- Ama bu söylediklerinizin olması için hocam, kendinize ait bir şehir kültürü geliştirmeniz gerekmiyor mu?
- Elbette. Şimdi bizim şehirlerimize bakın, hem İslam öncesi Anadolu yerleşmelerine bakın, özellikle İslamiyet sonrası, yerleşim yerleri ve mekanlar o kadar güzel ayarlanmıştır ki, bir Mardin’e bakın mesela, orada özel hayat korunaklıdır, yüksek duvarların arasına alınmıştır, adamın evine girdiğinizde, “Yahu burada hayat var” diyorsunuz. Bahçeye sedirini koymuş, müziğini, cümbüşünü çalar, neyini üfler, bütün dostlarıyla bir arada yer içer, orada insan olmanın, orada yaşamanın, yaşama sevinci duymanın güzelliğini yaşar. Orada su sesleri, orada güzel bir musıkî, orada inancını yaşar. Pencereler, odalar arası ilişkiler, mekan-ışık… Baktığınız zaman, burası benim, bana atalarımdan kalmış, burada sadece ben ve çocuklarım yaşamıyor, burada mazi var, burada benim köklerim var, diyorsunuz. Köksüzlük, bu o kadar tehlikeli bir duygu ki! Ve bu dünya da bizi köksüzlüğe doğru itiyor, bu yeni dünya düzeni denilen bu garip öcü! Dünya bir köymüş, olur mu yahu? Benim bir köküm var, ben herkes gibi değilim ki, ben bir Amerikalı değilim ki!...
- Mazi şart diyorsunuz?
- Mazi şart, yurt tutmak odur. Mazisiz yurt tutulmaz. Mesela bakın, bir Pakistanlı İngiltere’ye gidiyor, orada eskiden beri varlar ama geçmişini götürüyor. Mesela bir Çinli diyelim ki Londra’ya gidiyor, oraya tarihini de götürüyor. Bir Çinli tipi var tabi o her yerde yaşayabilir. Onun için karnının doyduğu yer onun şehridir. Ancak bu tip insanlar bu dünyanın geleceğini sağlayamazlar, bence kıyamet böyle kopacaktır. İnsanlar köklerini unutup köksüz olmaya başladıklarında, aralarında sevgi duyguları, insanlık sevgisi, adalet duygusu, vicdan, ortadan giderek kalkmaya başlayacak ve dünya artık vahşi bir ormana dönecek. Bu kadar duyarsız, duygusuz, sadece çıkarlarını ardına düşmüş insanlarla yaşayabileceğimiz şehirler olamaz.
- Sorumlusu kim hocam, madem böyle bir felakete doğru gidiyoruz, ya da nedir bu akıbetin sorumlusu?
- Sorumlusu tabi çok eskilere dayanıyor, bir dünya düzeni, burada şu devlet, bu devlet, şu inanç, bu inanç değil, insanlığın tümünü düşünmek lazım. Her kültürün bunda bir payı var, o yüzden “Efendim Batı kültürü bunu yapmıştır, Batı zaten namussuzdur, bizimkiler müthiştir” filan dememek lazım. Hepimiz aslında aynı gemideyiz ve o gemide iyi olanlar kötü olanlarla birlikte yaşadığı için, iyi olarak var olmak çok zor oluyor. O yüzden dünyanın düzeniyle ilgili değişikliklere biz insanlar gidemediğimiz sürece (ki çok kısa vadede bunun olamayacağını düşünüyorum) maalesef yurt tutamadığımız şehirlerde yaşamaya mahkum olacağız. Bunun için biz insanların yapabileceği çok şey var, mesela diyelim ki çevreci arkadaşlar var. Ben çevreci arkadaşların çoğunun, işte “yeşili koru, dünyayı kirletme, havayı kirletme” sözleriyle, dar bir açıdan meseleye baktıkları için çok fazla bir şey yapabileceklerini sanmıyorum. Bütün dünyayı düşünmek gerek; doğası ve maneviyatıyla. Çevreyi yalnızca doğal çevre olarak düşünmemeliyiz. Maneviyat olarak da düşünmek lazım. Biz ona felsefede tinsellik diyoruz (Batı dillerinde, spirituality, spiritualité, Geistlichkeit sözcükleriyle karşılanıyor!). Diyelim ki çevreyi hiç kirletmedik, diyelim ki çok mükemmel şehirler kurduk, altyapısı mükemmel, geniş caddeler, trafik, aydınlatma, enerji sorunu yok, hepsini çözdük. O zaman problemlerimiz bitecek mi? Asıl o zaman biz farkına varacağız ki altyapı sorunlarını çözmekle bu problem çözülmüyor.
Tabi ki bu altyapı sorunlarını çözmeden yapamayız ama altyapı sorunlarına kendimizi tamamen kendimizi odakladığımızda, insanın psikolojik yanını, duygularını, inançlarını, manevi boyutunu, dünya görüşlerini ihmal ettiğinizde de, onları doyumsuz, asabi, sinirli, birbirine düşmanca bakan varlıklar haline getirirsiniz. Böyle insanların yaşadığı yerlere nasıl şehir dersiniz? Hadi diyelim ki bir şehirde bizden olanlar yaşıyor, başka bir şehirde bizden olmayanlar yaşıyorsa yine orada bir problem var, dolayısıyla bizden olan, bizden olmayan ayrımlarıyla yaşanan bir hayatın bir şehir hayatı olma imkânı yoktur. Onun için felsefece konuştuğumuzda, en büyük problem öteki problemidir. Ötekini sosyolojik anlamda anlamıyorum, sosyologların kullandığı azınlıkta olan, bizden olmayan anlamında değil, öteki ahlak anlamında, yani ben olmayan, benim dışımda olan varlıklar, hatta bu hayvanlar da öteki olabilir. Biraz abartılı söylersek toprak da, böcek de, kuş da, çünkü onlara karşı da benim sorumluluğum var. Bizim hikmetimizdeki o derin mirası düşünelim. Bu hayat bize emanettir, eğer emanet duygumuzu yitirirsek şehirli insanlar olma imkânımız m ortadan kalkar. Bu hayat bana emanet, ne demek? Ben borçluyum demek. Mademki bana can verilmiştir, o halde benim can borcum var. Şehrime karşı borcum var, şehrimi daha yaşanılır hale getirmek için borcum var. Benim şehirlerimin yaşabilmesi için ülkeme, ülkemin yaşayabilmesi için diğer ülkelerin de yaşaması gerek. Yalnız benim Türkiye Cumhuriyetim yaşasın, diğerleri yok olsunla benim Türkiye Cumhuriyetim yaşayamaz. Çünkü hepimiz birbirimize muhtacız. Dolayısıyla onların da hür, onların da gönülleriyle yaşadığı bir dünya olacak ki hep beraber yaşama imkânımız olsun.
Şimdi çok abarttığımı ve çok idealize ettiğimi düşünebilirsiniz ama bazılarının da bunu yapması lazım. Çok fazla gerçekçilik gerçekçilik değildir. Çünkü gerçekçi insan rüyalarını, hayallerini yaşayan insandır. Hayallerimiz olmadığı zaman bu dünyayı inşa edemeyiz. Uygarlık hayallerden oluşmuştur. İnsanların hayal gücü olmasaydı bugünkü medeniyetler olmazdı, hala mağaralarda yaşar olurduk. Dolayısıyla şehirlerimizi nasıl daha güzel yaşanacak mekânlar, nasıl daha güzel şehirler yapabiliriz sorusu çok önemli bir soru olarak duruyor. Yapabiliriz bunu, yeter ki o yurt tutma kavramı (ki bizim Türkçemizden gelen bir kavramdır), tabi bu kavram benim orijinal düşüncem olduğunu sanmayın, bu Heidegger’in kavramıdır, yurt tutma insanın diğer insanlarla birlikte ve içindeki bütün o manevi gücüyle yaşadığı şehirlerde gerçekleştirdiği hayatın kendisidir. Yani yurt tutabilen insanların yurdu olabilir. Yurt tutamayan insanlar belki de kanun önünde vatandaş olabilirler ama vatandaş olmak sizin bir nüfus kâğıdınızın olması, sizin bir yurt tutabilen yurttaş olduğunuz anlamında değildir. Eğer bu ülke için emek sarf etmiyorsanız bu ülkeye gönülden bağlı değilseniz, “lanet olsun, aslında ben en kısa zamanda başka yere kapağı atacağım” diyorsanız ve bu yurdunuzdaki birtakım insanlara düşmanlık besliyorsanız “yahu onları bir an önce yok edelim de bizim takım hakim olsun” diyorsanız, insan olamazsınız. İnsan olamadığınız zaman da şehir hayatını yaşayamazsınız. Şehirli olabilme, insan gibi insanların ortaklaşa paylaştığı hayatın içinde olabilir.
- Şu an için bir teklifiniz, bir düşünceniz var mı? Mesela biz bu ülkenin başkentinde yaşıyoruz. Başkentimiz için konuşursak yurt tutma eyleminin olmadığını düşünüyorsunuz anladığım kadarıyla.
- Büyük ölçüde olmadığını düşünüyorum. Bu şuura sahip insanlar vardır, tamamen öyledir demiyorum, böyle şuura sahip neler var mesela? Parklar yapılıyor, oralara bizim tarihimizle ilgili bir şeyler konabiliyor, değil mi? Yahut gönlümüzle yaşayabileceğimiz mekan düzenlemeleri yapılmaya çalışılıyor. Yurt tutma kaygısı olan insanlar hiç yoktur demek haksızlık olur.
- Elbette, örneğin Yunus Emre Kültür Merkezimiz var, bu bir değerdir bizim için.
- Ama tabi benim içimi karartan bedir? Acaba o çıkar için mi yapıldı? Kibrit kutusu gibi koca koca, ruhsuz binalar dikiyoruz, bu binaların bizim tarihimizle filan ilgisi yok. Estetikle de ilgisi yok. Bunlar iç karatıcı mekânlardır. Ya sadece mekânda dilediğim kadar insan yaşasın. Onun rantını alalım diye yapılan şeyler. Hakikaten böyle olmaya mahkûm muyuz? Yani bu söylediğim yurt tutma kaygısı, bakın, 1- estetik bir kaygı mıdır? 2- etik bir kaygı mıdır?, 3- gerçekçi, şehirciliğin gerektirdiği bir kaygı mıdır? Şimdi tersten başlayalım; şehircilik yahut şehir planlama, şehir düzenleme, hangi kaygılarla yapılmalı? Şimdi bizim üniversitelerimizde şehir planlama bölümleri var, ben sanıyorum hemen hemen hiçbirinde yurt tutma gibi bir kavram yoktur. Yani insanların tinsellikleri, maneviyatlarıyla, mazileriyle, gelecek beklentileriyle, gönülleriyle yaşadıkları bir kent politikası var mıdır, merak ediyorum. Bunun çok önemli, ihmal edilen bir kaygı olduğunu düşünüyorum. Şehirciler, bunun çok fazla pratiğini yapanlar, belediyede planlamasını yapanlar, belediye reislerimizin böyle kaygılarının olması lazım ama zorluk şurada: Çok şey yerleşmiş, oturmuş, geçmişten gelen birçok yanlış var, çarpık yerleşmeler var, park sorunu var, trafik sorunu var, alt yapı sorunu, gecekondu problemi var, şimdi siz her şeyi sıfırdan almıyorsunuz ki!
Bu dünyada insan yurduyla yaşar.
- Hocam, siz böyle yurt tutmaktan bahsedince benim aklıma bir kitap geldi, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” diye, bu kitabı okurken şehirleşme ile ilgili bölümlerde, Nietzsche’den bazı aktarımlar vardı, şimdi hemen arkanızda fotoğrafını da görünce, Nietzsche memurlar için “devletin yersiz yurtsuz göçebeleridir bunlar” diyor. Siz bu yorumu genelleştiriyorsunuz gördüğüm kadarıyla.
- Şimdi bir yurt kavramı var, o kadar önemli ki çocuklar, bizim kültürümüzde de bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, Batı’da da bu var. Şimdi bakın, pagan kültürde, eski Yunan’da, “Yurda dönüş” diye bir söz var, “Nostos”. Homeros’u okuduğumuz zaman, bu Troya savaşları oluyor ve Odyssea destanında, Odysseus İthaka’ya döner, yurdu ordadır çünkü. Herkesin bir yurdu var, bu dünyada insan yurduyla yaşar. Hâlbuki şimdiki düzen, adına Kapitalist düzen, Emperyalizm, ne derseniz deyin, bu düzen, modern hayat, bizi mutsuz yapıyor. Diyor ki bana, “Ha Ankara’da yaşamışsın ha New York’ta, ne fark eder? Dünya zaten küredir” diyor. Şimdi dünya bir köydür diyor, kendisi muhtar tabi. Dünya bir köy olabilir, çok yakınlaşıyoruz falan ama her hanesinin kendisine has bir hayatı vardır. Benim hikmetimi yaşayacağım hanemi ortadan kaldırırsan şehrimi öldürürsün. Dünyayı bir şehir diye düşünelim, bizlerin birer hanesi olabilir. Bizim kültürümüzde de tek hane olduğunu düşünmüyorum, hikmetimiz de çok yekpare olmayabilir. Farklı inançlar, değişik mezhepler olabilir veya din dışı daha başka görüşler olabilir ama ben şuna inanıyorum bütün gönlümle; Anadolu’da yaşayan biz insanları, Müslüman olmaları da gerekmiyor, Rum olabilir, Ermeni olabilir, Yahudi olabilir, bu Anadolu toprakları hepimizi birleştiren bir ortak pınara sahiptir. Böyle bir bütünlüğümüz olduğuna inanıyorum. Hepimiz Anadolu pınarından besleniyoruz. Fakat maalesef (birbirimizi değişik sıfatlarla ötekileştirdiğimiz için) bundan kana kana su içemiyoruz. Kavga etmeyelim değil, çatışma devam edecek. Şehir dediğimiz çatışma hep olur, çatışma adabıyla yapılırsa güzel de bir şeydir, çünkü birbirimizi çatışarak tanıyoruz. Çatışma yoksa muhabbet yok demektir. Şehrin tanımlarından biri de muhabbet ve çatışmanın olduğu ortak hayatı kuşatan bir mekândır. Çatışma ve muhabbet etkileşim demektir, birbirimize bigâne kalmayacağız. En kötü durumun kayıtsızlık, bigânelik olduğunu düşünüyorum.
- Hocam, sormak istediğim bir şey daha var; şu an için bir Parislinin de yurtsuzluk problemi olduğunu düşünüyor musunuz? Yani şunun için soruyorum, Türkiye’de şehirleşme kültürünün Avrupa’dan tevarüs edildiği, bir taklit olduğu, modern hayatın da kaynağının orada olduğu söyleniyor ya, hatta bir Parisli Victor Hugo’nun Sefiller’ini okuduğunda, “Marius ile Cosette Luxembourg Gardens Parkı’nda, burada buluşuyorlardı” diyebiliyor, bizde şu anda öyle bir şans yok gibi görünüyor. Yurtsuzluk anlamında bir Amsterdamlı’yla, bir Venedikli’yle, bir Parisli’yle bir fark var mı acaba?
- Hem var hem yok diyebiliriz. Şimdi biz hiç yurt tutmadık mı? Bir Bağdat, bir İstanbul bizim yurt tuttuğumuz mekânlardı. Bir Bursa, bir Konya böyledir. Bizim hiçbir şekilde yurt tutmadığımız belli bir açıdan doğru olabilir. Biz yüksek bir medeniyetten geliyoruz, bizim kendimize has bir yurt tutma tarzımız olduğunu söyleyebiliriz. Bizim yurt tutma tarzımızda, mahrem hayat ön plandadır, bir Parisli’de olduğu gibi bahçelerimiz herkese açık değildir. Yüksek duvarlıdır, daha kapalıdır, bu anlamda bize ait bir yurt tutma biçimimiz olduğuna inanıyorum. Yurtsuzluğun şu anda hem bizde, hem Batı’da olduğunu düşünüyorum. Çünkü Batılı insanın hayatın anlamı ile ilgili ağır problemleri var. Ben ona (yine Batılı bir terminolojiyle) Noetik problem diyorum. Batılı’nın niçin yaşadığına dair ağır problemleri var. Yurt tutmak istiyor fakat köklerini bulmakta zorluk çekiyor. Hıristiyanlığa gitmek istiyor ama kiliseyle bir türlü kendini özdeş göremiyor. Heidegger gibi filozoflar ise, Hıristiyanlığı kısa devre yapıp, yurt tutmayı pagan kültürle, eski Yunan’dan almak istiyorlardı.
- Nietzsche’de de böyle bir kaygı yok muydu mesela?
- Elbette onda da var. Nietzsche’de olan insanın biyolojik varlığı ile insan olabileceği, biyolojik varlığın bir uzantısı olan ekolojik varlığıyla insan olabileceği ama geçmişten getirdiği birikimin, insanı insan kılan yaşam enerjisini etkilememesi gerektiğini söylüyor. Nietzsche’nin Hıristiyanlığa yaptığı uyarı oydu. Nietzsche için “Allah’a inanmıyordu, Tanrıyı saymıyordu” diyorlar falan, bunların hepsi yanlış. Şehircilik açısından Nietzsche’nin temel kaygısı şudur: Ben, beni ben kılan güçlerimle (gönlümle) yaşamak istiyorum. Öyle bir geçmişle yaşayacağım ki, bu geçmiş benim geleceğimi engellemeyecek. Beni insan kılan fıtratımdaki özelliklere ket vurmayacak, öyle bir geçmişle yaşayacağım ki neşv-ü nema bulayım, serpilebileyim, Nietzsche’nin problemi buydu. Tanrı öldü, çünkü Hıristiyanlığın Tanrısı bunu engelliyordu. İnsanın insan olmasını engelliyordu, onu münzevî bir hayata itiyordu, ona kilisenin geliştirdiği öğretileri dayatmaya çalışıyordu ve onun umutlarını başka türlü yaşamam imkânlarını çok sınırlıyordu. Nietzsche’nin kavgası oydu, hayır ben imkânlar varlığıyım, imkânlarımla insan olmaya çalışacağım. Geçmişi gelecekle inşa edebiliriz. Bunu Heidegger Nietzsche’den öğrenmiştir, ben de çok söylerim, yine söyleyeyim: Biz, geçmişten gelmiyoruz, gelecekten geliyoruz. Gelecekten gelip geçmişe gidiyoruz. Bu ne demek? Tarihi biz yazacağız.
- Bir tarih filozofu olduğu düşünülen İbn- Haldun’un “mağluplar galipleri galip taklit eder” diye bir yorumu vardır. Son otuz kırk yıllık geçmişimize baktığımızda şehirleşme politikalarımızın Avrupa Birliği müktesebatına uyum süreci şeklinde gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin başkentimiz için konuşursak, Eskişehir yolunda bir bankamızın büyük bir binası vardır, bu binada çalışan bir arkadaşım, pencereleri açmanın yasak olduğunu, insanların yüksek katlardan atlayarak intihar etme girişiminde bulunmasına engel olmak için böyle bir uygulamanın konulduğunu söylemişti. 365 gün klimayla idare eden bir kurum burası. Amsterdam’a giden bir kamu görevlimiz de bana, “Üç saat yağmur yağdı, çamur sıçratan bir tek kaldırım taşı göremedim” diye anlattı. Şehirleşme maceramızın tam bir öykünmeden ibaret olduğuna dair yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Elbette, o yüzden yurt tutamıyoruz. Yurt tutan bir insan öykünmez. Batıdan öğreneceğimiz şeyler var, doğru. Öğrenmek için önce öykünmek lazım, ama bu öykünme aşamasını aşarak kendimiz olabiliriz. Kendi geçmişimizi, maneviyatımızı, buraya mahsus, bize dair bir hayatın olmadığını söylüyorlar.Boş bir kağıt gibi olduğumuzu söylüyorlar, geçmişimiz hiç olmamış gibi. Batılı şunu yap diyor yapıyoruz, yahu sen bir vücutsun, bir vücut dışarıdan gelen yabancı maddeye bir tepki verir, Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye böyle de yapılmaz ki! Ben kendi kültürümle girmek istiyorum arkadaş bu birliğe. Ne demek yahu, senin bir karakterin, bir şahsiyetin yok mu? Şehirlerin bir şahsiyeti olur. Önünde el pençe divan duracağım bir Avrupa’yı ben ne yapayım yahu?
- Hocam, benim de dile getirmeye çalıştığım konu bu, bir Parisli “Sartre bu cafede felsefe sohbetleri yapıyordu” diyebiliyordu.
- Elbette ama her Parisli diyemez. Mesela bana sorarsanız İkinci Dünya Savaşı sonunda Parisliler iyi yurt tutuyorlardı ve Parisliler gerçekten direndiler yabancı dil konuşmamaya filan. Almanlar daha erken bozuldu, onlar da direndiler aslında ama siz şimdi bir Frankfurt’a gidin, bir Amerikan şehrinden farkı yoktur.
- Son olarak hocam, şehir insanı kavramı üzerinde durmak istiyorum. Bu konuda birçok yorum yapılıyor. Size göre kimdir şehir insanı?
- Şehrin değişik mekanlarında, değişik dostlarımla değişik etkinliklerde gönül rahatlığıyla bulunabileceğim, burada bulunmaktan zevk alabileceğim bir insansam, işte ben şehir insanıyım. Şu insan şehir insanı değildir; tatil günleri New York’a giden veya Bodrum’a kaçan kişi o şehrin insanı değildir. Evinizin penceresinden gelip geçenleri seyredebiliyorsanız, balkonunda hava alabiliyorsanız, musıki dinleyebiliyorsanız, bahçesinde oturup dinlenebiliyorsanız o zaman şehir insanısınızdır. Sanıyorum birçok insan şehir insanı değil.
- O halde hocam, bir şehirde yaşamakla bir şehri yaşamak farklı şeylerdir.
- Evet, çok güzel söylediniz. Şehirde yaşamakla şehri yaşamak farklı.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Not: Konuşma 2011’de yapılmış. Soru saran arkadaşın adını kayıt altına almamışım.