SİZ KİMSİNİZ KONUŞMASI

SİZ KİMSİNİZ KONUŞMASI

SİZ KİMSİNİZ KONUŞMASI

 

-Siz kimsiniz Ahmet İnam?

-Kim oluşumu arıyorum. Arayanım. Bulduklarım, bulmuş olduklarım bana hep yetersiz gelmiştir. Bundan sonra bu gezegenden ayrılıncaya dek bulacaklarımı da yeterli bulacağımı sanmıyorum. Sanki çitler var çevremde, aşmaya çabalıyorum, bir türlü aşamıyorum. Çitlerin sardığı alan genişliyor belki ama çitler ortadan kalkmıyor.

-Kendinizi edebiyatta mı görüyorsunuz, felsefede mi? Çitleriniz hangi alanda kuşatıyor sizi?

-Çitlerim, kat kat. Önce içimde. Zamanımın etrafını da sarmış. Bedenimin çevresinde. Sıçrayıp aşabilir miyim? Zor görünüyor. Az da olsa hâlâ umudum var. Kendimi ne edebiyatta ne de felsefede görüyorum. Ben bir düşün ozanıyım. Mânâ çığırıyorum. Söylediğim türkü ne yana düşer bilmiyorum. Edebiyata mı, felsefeye mi?

-Diyelim ki edebiyata düştü. Edebiyatta ne arıyorsunuz?

-Elbette kendimi aramıyorum, herhangi bir şeyi de. Yarım yüzyıldan fazladır yazıyorum. Başlarda ne yapmaya çalıştığımı bildiğimi sanıyordum. Yerimin olduğunu. Sözümün olduğunu. Şimdi tek bir şeyden eminim: Çok fazla gürültü var. Çok fazla. Sürekli olarak kitaplar çıkıyor. Kağıtlı, kağıtsız sayısız yazılar yazılıyor. Değersiz, sığ, tutkulu insanlar kendilerini yazar sanıyor. Gücü olanlar kendilerini pazarlayabiliyorlar. Ödüller alabiliyorlar. Yazı yazmaya, edebiyatta var olmaya çalışanların bir bölümünün dünyayı kavrayış güçlerinin çok zayıf olduğunu görmek de çok üzücü. (Bu saptamalar nicedir dışarıda kalmışlığımın, belli bir edebiyat dergisi ya da çevresiyle bağlantılı olmayışımla ilgilidir elbette, gençliğimden beri böyleydim genellikle, kıyıda, yalnız.) Neyse, edebiyat ortamı için söylediklerim bir “yansıtmadır” belki, kendimi eleştirmemden kaynaklanıyordur. Ne arıyordum, değil mi? Düştüm edebiyata. Halil İbrahim Bahar’ın dergisinde (Soyut!) yazdığım “Türk Edebiyatını Dokumak” yazım, Ağustos 1967 tarihli. Büyük konuşurdum o zamanlar: Kimdim ben edebiyatı dokuyacak? Edebiyat dokudu beni. Dokumadı belki de. Hüseyin Cöntürk’ün tezgâhından geçtim. Yaşamakla yazmak arasındaki uçurumu, sırat köprüsünü, ipince ipliği, tüneli belki de, ağır yaşadım o yıllarda. Sözüm var diye düşünmüştüm. Hâlâ düşünüyorum. Sözün ne diye sorulunca birkaç tümce ile anlatamıyorum. Anlatamayacağım da. Yazdıkça kendim sandığım varlık benden uzaklaşıyor. Bir kara delikten başka evrenlere geçiyorum. Belki dünya tarihiyle yıllar sonra oradan geçenler bir duvarın üstündeki bir çiziğe bakarak “bu da A. İnam’ın çizdiği çizik diyebilirler.

-Sizi çok karamsar görüyorum. Çizikler attığınız duvarın olabileceğini düşündüğünüze göre yine de umutlusunuz galiba?

-Sözcüklerle kısa buluşmalarımın ardında yoğunlaşmaya çalıştığım anlam duyuş yolculuğu var. Edebiyat bu anlamda bana sunduğu dil ile duyuş keşfine yolculuğu sağlıyor.

-Sizde baştan beri yazmakla yaşamak arasında büyük bir gerilimin yaşandığını gözlüyorum. Neden böyle bir derdiniz var? Yazmak da yaşamanın içinde değil mi?

-Haklısınız. Bendeki bu gerilim, bu çatışma nereden geliyor, bilmiyorum. Doğrusu, o konuda en azından on ayrı kuram oluşturabilirim. Bir var oluş sorunum bu. Bilinç dışımda olan, çocukluğumla, yaşadığım, yaşamış olduklarımla ilgili etkenlerden kaynaklanıyor olsa gerek. Çok sahici bir çıkışsızlık (aporia!) benim için. Edebiyat bir yaşam biçimi. Dille dillenen, dille duyulan, derinleşen bir yaşam biçimi. Yaşayabilenler yaratabilecektir. Edebiyat sığ dünya görüşleriyle, cilalı sözlerin arkasında duranlara ne sunabilir ki? Edebiyatı (felsefeyi de!) hep bir yaşama biçimi olarak gördüm. Kendi biricikliğimizin gücüyle yaşamı deneyimlemiş, bilgilenmiş insanların yaşama biçimi. Edebiyatta, edebiyatla yaşayanların.

-Gençler yok mu edebiyatta, atılımları, arayışları, buluşları yok mu? Siz, ne kadar izliyorsunuz onları?

-Yeniler olmaz mı hiç. Sıkı bir izleyici değilim. Karşılaştıklarım arasında sarsıldıklarım oluyor. Çok kısa bir sürede uçup gidiyor etkileri. Sıkı bir arşivim yok, Türkçenin dışında yenilerin ardına düşmüş değilim. Sağlam, dünyası olabilen yazarları arıyorum. Kendimle çok uğraştığım için dışıma çok az zaman kalıyor. Felsefede biraz daha arayıcıyım yenileri. Belli bir ihtiyatla. Eksik yanlarım çok. Gözüm şimdilik içime çevrili. Bana içimi gösterecek yenilere açığım elbette.

-Konuyu biraz değiştirelim: Yıllardan beri “gönül ve can” kavramları odağında yazılar yazıyorsunuz. Yapmak istediğiniz nedir?

-Yirmi yıldan fazladır, bizim buralardan, Anadolu’dan (Balkanlar da Anadolu’dadır!) insanı anlatan düşler, düşünceler devşirmeye çabalıyorum. Türkçemle duyduğum bu düş-düşünce coğrafyasında yaşananın kavramlarla resmini yapma uğraşı içindeyim. Bu bakımdan yapmaya çalıştığım alışılmış anlamıyla “akademik” bir çalışma değil.

-Son zamanlarda çalışmalarınızla ilgili hem edebiyat hem de felsefe alanında yüksek lisans tezleri yapıldı.  Ne diyorsunuz? Yeniden sorayım size: Siz neredesiniz, edebiyatta mı, felsefede mi?

-Daha önce de belirttiğim gibi, bu ayrımın bir sınırı yok. Hem edebiyatta hem felsefedeyim ne edebiyatta ne de felsefedeyim. Belki bu ikisinin kesişip dönüşmesinden oluşan başka bir alandayım. Kendi bahçemi bilinen bahçelerin biraz dışında kurdum. Nasıl yaşıyorsam öyle düşünüyor, duyuyor, yaşıyorum. Bahçem kendi canımdır. (Bu sözü açarım birazdan!)

Hakkımda yapılan çalışmalara bir müdahalem olmadı. Olamaz da. Çalışan arkadaşlara teşekkür ederim. Hep kıyıda olmayı seçtim. Yine de ilgilenenler oluyor.

-Sizi bu iki alana da yönelten arayış neydi?

-Çok yazan biriyim ben. Arayıcıyım. Bulduklarım geçicidir. Yaşadıkça gözden geçireceğim, düşüncelerimi ve kendimi. Köklerine ulaşmaya çabalayarak Batı düşüncesinden beslendim, besleniyorum. Anadolu kültürünü tarihiyle soluyorum, sürekli.

-Can diyorsunuz. Nedir can?

-Bu evrendeki yaşamın görünüşlerinden biridir. Yaşamı en geniş anlamıyla aldığımızda evren, belki de evrenler, candır. Deneyimlenen, düşünülen, düşlenen varlık, candır. Canın bu en geniş anlamına tümcan diyelim. Fizikçilerin deyimiyle evrendeki enerjidir, bir anlamıyla maddedir. Bu anlamıyla benim can görüşüm, maddeci bir görüştür, özdeksel bir görüştür. Can bize maddeyle verilmiştir. Bu madde “canlıdır”, yaşamı taşır, yaşam duyan, duygulanan yaşamdır. (Eskilerin anladığı anlamda “animizm”den söz etmiyorum elbette.) Eylemde bulunur, insanda can, ilişkiye geçer çevresiyle, anlam verir, düşünür. Birey olarak can kendisinde bedeni (sôma), duyguları, duygusal itilişleri, atılımları (thumos), düşünme, anlam ve değer vermeyi (nous), çevresiyle, evrenle kurduğu ilişkiler ağını (oikos) taşır. Bu anlamda can bir bütünlüktür. Batının özne-nesne, madde-ruh ayrımlarını aşar. İnsan canıyla düşünür, canıyla sever. Kalp-beyin, duygu-akıl gibi kaba ayrımları dışlar. İnsan tarih boyunca arada bir “can” olabilen bireylerine sahip olabilmiştir. İnsan kendini zaman zaman “ruh”, zaman zaman “zihin”, zaman zaman beden olarak duymuştur. Bütün bunları can parçalanması olarak nitelendirebiliriz. Canını parçalamış “akıl” olduğunu sanmış, duygularından ve bedeninden utanmıştır, örneğin.

- “Bütünlükten” ne anlıyorsunuz? Bir anlamıyla insan bütünlüğünü sürekli olarak gözetirse, onu dengeli, edilgen, yerinden kalkmaz bir varlık yapmaz mı?  Bilgeler, düşünürler, sanatçılar, inançlarıyla yaşayanlar, kısaca bu gezegende yaşama katkıda bulunmaya çalışanlar can mıydı? Yaratıcı insanlar, çatışmalardan, eksikliklerden, uyumsuzluklardan beslenmiyor mu? İnsan neden can olsun? Bu gezegendeki yaşamı canlar mı canlandıracak?

- Rastgele bir “bütünlükten” söz etmiyorum. Şuradan başlayalım. Can, insana duyulan derin bir saygıyı gösteriyor. Severken, saygı duyarken, dostluk yaşarken canı yaşarız: “Gelin canlar bir olalım” deriz. Kendimizin canına değer verdiğimiz gibi, her yaşayanın canına saygı duyarız. “Kıyma ona, o bir can” deriz. Canı ruh olarak anlayanlarımız olabilir ama bana göre can, beden, duygu, düşünce, anlam verme, değer yaşama ve eylemlerden, çevre ile ilişkilerden oluşan bir bütünlüktür. Bu bütünlük, kendi değerini, öz değerini duyar, yaşar. Canı yansın, canı incinsin istemez. Canın kutsallığının farkındadır. Canı yaşayan bedeninin kutsallığını, değerini bilir, onu besler, korur. Duygularını olumlu, olumsuz yaşamaktan korkmaz. Bedeninden, duygularından utanmaz. Utanç duygusunu yaşamaktan çekinmez. Duygularından öğrenmeye çalışır. “Bu duygu bana ne söylüyor?” sorusunun ardına düşer. Yanlışlarıyla, eksiklikleriyle yüzleşmekten korkmaz. Elbette karşılaştığında sarsılır, kimi zaman utanır, kimi zaman acı duyar, tedirgin olur, mahcup olur. “Canım ben” diyebildiğinde, içinde bulunduğu evrenin canını duyar. (Canlıdır evren bir anlamda; belli bir açıdan bakıldığında candır!)  

Bir başka önemli özelliği de var can bütünlüğünün: Bütünleşebilen canın direnme gücü, sorun çözme gücü yüksektir. Aklını, duygularını, eylemlerini, ilişkilerini, bedenini uyumlu biçimde kullanabilir, kolay kolay yıkılmaz, direnir, çabalar, sorunlarının üstesinden gelmeye çalışır.

-Peki, o aman şunu sorayım: Parçalanmış insan, canını dağıtmış insan nasıl biridir?

-Nicedir yazılıp tartışılıyor çağımız insanı çoğunlukla parçalanmış insan. Çağ, toplumsal-ekonomik-kültürel düzen, parçalıyor. Canı zayıflatıyor. Can cılızları yaşıyor aramızda, çok kalabalıklar. Eski Yunanlıların deyimiyle onlarda pleoneksia, aç gözlülük, kibir, kendini bilmezlik var. Can bütünlenemeyince ince “ahlak karakteri” oluşmuyor, değer yaşanmıyor. Salt çıkarları uğruna her kılığa girip, her şeyi yapabilecek, her düşünceyi savunabilecek insanlar ortaya çıkıyor. Kendi dünya görüşlerinin dar alanına sıkışıp inançlarını gerçekleştirmek için her türlü zulmü, hileyi, hırsızlığı, alçaklığı yapabilecek insanların canı olabilir mi? Yaşatmak, öğrenmek, öğretmek, dünyayı daha hakça yaşanır, daha güzel bir yaşam alanı yapmak için çabalama bir can olma sorumluluğudur insan için. Ona bedeni ve çevresi tarafından verilmiş olan olanakları gerçekleştirme sorumluluğudur.

-Can olmaya çabalayan insan nasıl düşünür, öyleyse? Can olmayı gerçekleştirenin düşünmesi nasıl olup biter?

-Can, canıyla düşünür. İnsan yüzyıllar boyu aklıyla düşündüğünü sanmış. Nous, dianoia can bütünlüğünden kopuk, “beden üstü” bir yapı olarak görülmüş. İnsan canıyla düşünür, bedeniyle, duygularıyla, akıl yürütme, anlam verme, anlama yetisiyle, yorumlayarak, değerler yaşayarak, insanlarla ilişkiler içinde düşünür. Düşünmenin “kapalı bir kutu” gibi anlaşılabilecek zihnin içinde ya da yalnızca beynin bazı bölgelerinde olup bittiğini sanmak dar bir bakış olsa gerek.

-Düşünmenin yaşamayla ilgisi nedir? Düşünmeyle yaşamayı neden ayrı şeylermiş gibi düşünür insan, çoğunlukla?

-Bugünlerde yoğunlaşmaya çabaladığım temel sorunum şu: Düşünme, yaşama, ve anlam verme arasında nasıl bir bağ var? Bunlar bir bütün. Düşünmek dokunmaktır, dokunarak yaşamaktır. Yaşamak anlam alıp anlam vermektir. Bir söyleyişle anlam solumaktır.

-Son olarak sorayım: “Gönül” nedir? Siz can kavramını gönül kavramından sonra çalışmaya başlamıştınız değil mi?

-Öyle oldu. Yaşadıkça, sınadıkça, irdeledikçe oluşuyor, oluşturuyor insan. Gönlü anlamak için cana gereksinim olduğunu sonradan anladım. Can bir bütünlük demiştim. Gönül canın özgürleşmesine ilişkin. Canın doğaya, insana, hakikate olan atılımlarından oluşuyor. Zaman zaman deliliği bundan. Gönül bu toprakların diliyle “kuştur”, onunla oturulur, düşünülür, hüzünlenir. (Örneğin, “Garip bir kuştu gönlüm” türküsünü, Fuzuli’nin “mürg-i dil”ini, Yahya Kemal’in “Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde” dizesini anımsayalım!) Can gönülle özgürleşir, “tinini” yaşar, kendini aşabilmenin sınırlarına ulaşır. Burada bu kadar söyleyeyim, konu çok geniş. Çalışmaktayım.

                        Konuşan Bircan Çelik. Yayım yeri: Sincan İstasyonu, Kasım-Aralık 2022, s.13-15

 

           

 

01 Ocak 2023, 18:06 | 441 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*