TEKNOLOJİ BİLİM İLİŞKİSİNİN İNSAN YAŞAMINDA YERİ
TEKNOLOJİ BİLİM İLİŞKİSİNİN İNSAN YAŞAMINDA YERİ
Teknoloji ile bütünleşmiş bilimin yeryüzündeki yaşama giderek egemenlik kurduğu bir çağdayız. Çağdaş yaşamı onu birçok yönden etkileyen teknoloji ve bilimi anlamadan anlayamayız. Teknoloji-bilim odağında gelişen insan yaşamı, yine de sorunlarından, sıkıntılarından arınmış değil. Savaşlar bitmek bilmiyor, terör dünyayı ayağa kaldırıyor. Açlık, yoksulluk milyonlarca insanı acıya boğuyor. Doğa afetlerine karşı, sele, fırtınaya, yangına, depreme, çevre kirliliğine karşı yetersizliğimiz sürüyor. Mutsuzluk, haksızlık yeryüzünden kaldırılmış değil. Bilim ve teknolojinin nimetlerinden yararlanan ülkelerin insanı bir anlam bunalımına düşmüş durumda; yaşamın anlamını, neden yaşadığını sorguluyor. Mânevi açıdan kendini yoksul hissediyor.
Oysa, belki de tarihin hiçbir döneminde bilimle teknoloji bu denli iç içe, bu denli iş birliği içinde olmamıştı. Bilim artık deyim yerindeyse “bilim-tek” olmuş durumda. (Sözcüğü bitişik yazmayı seçeceğim yazının devamında..) Bilgisayarlar, geliştirilmiş teknolojik gereçler, deney aygıtları olmaksızın, salt kâğıt kalemle ya da düşüncelerimize dayalı bilimsel araştırmalar yapmak, neredeyse olanaksız hale gelmiş bulunuyor.
Teknolojinin tarihine baktığımızda, üretilen teknoloji ürünü araç gerecin , bilimin yardımı olmaksızın, sınama yanılmalarla, usta çırak ilişkileriyle kotarıldığını görüyoruz. Modern bilimin, matematiksel dil yardımıyla geliştirdiği kuramların teknolojiye uygulamasının tarihi eski değildir. Sanayi devrimiyle birlikte, mühendislik mesleğinin giderek gelişmesiyle tarih sahnesine “mühendis” denen ilginç bir insan “tipi” çıktı. “Makina yapan”, üreten, çözen, çözümleyen, hesaplayan, onaran, denetleyen, tasarlayan, planlayan, verim arttıran mühendis, bilimin bilimteke dönüşümünün işaretini veriyordu. Farsça endaze’nin (ölçü) Arapçalaşarak hendese olmasının ardından, bizim kültürümüzde ölçen, düzenleyen, insana mühendis denmeye başlanıyordu. Elbette mühendislik sorunlarıyla “bilimsel” sorunlar arasında dikkat çekici farklar vardı. On sekizinci, on dokuzuncu hatta yirminci yüzyılın, laboratuarından çıktıktan sonra evinin yolunu bulamayan, dalgın, ”dünya işlerinin” uzağında bilim insanı, yapacağı binanın, yolun, barajın, üreteceği makinanın sorunlarıyla boğuşan mühendisten farklıydı. Rönesanstan bu yana ortaya çıkan, Leonardo da Vinci ile yetkin örneğini bulan insanda, sanat, bilim ve mühendislik bir araya gelmiş, bütünleşmişti. Edison gibi bir mucitin kuramsal anlamda metalurji, akustik, mekanik bilgisi eksik olmasına karşın, teknik becerileri, sezgileri çok gelişmişti. Elektromanyetik kuramdan habersiz, termodinamik bilgisinden yoksun nice tamirci, hatta mucit aramızda yaşıyor. Buna karşın bilimtek alanında derin bilgisi olan başarılı bilim insanları ve mühendisler görüyoruz. Bilimde ve mühendislikte buluşlar yapıyorlar, kuramlar ortaya atıyorlar. (Bu yazıda tıp da mühendislik içinde ele alınacak!)
Uygulama alanından başlayarak kuramsal alana doğru gittiğimizde karşımıza çıkan “meslek” insanları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
1.Zenaatkârlık.Zenaatkâr, kuramsal bilgi olmadan üretim, onarım, denetim yapabilen bir insandır. "Teknik beceri” diyebileceğimiz, gelişmiş sezgilerle bütünleşen yetenek gerektiren zenaatkârlık (craftmanship), teknolojinin tarihinde çok önemli bir yer tutar. Anlama, yorumlama, açıklama, kuram oluşturma, kısaca Eski Yunan Felsefesinin deyimi ile epistême ardındaki bilimden ayrı bir yol izler. Örneğin, Eski Yunan toplumunda (klasik dönemi kastediyorum!) zenaatkârın, o zamanın bilim insanı filozofa göre toplumsal konumu oldukça düşüktü. Savaşlarda, yaşanan kimi felâketlerde ondan çözümler bulması istenebilirdi ama saygın bilge kişi filozoftu.
Zenaatkâr, becerisini, teknik bilgisel donanımını usta-çırak ilişkisiyle edinir. Çoğu kez, sözcüklere, kavramlara dökülmeyen, açık açık dile getirilmeyen örtük bilgi (tacit knowledge) ile çalışır. Belki bu nedenle Aristoteles, zanaat bilgisini (epistêmê poiêtikê) “teorik ve”pratik”(ahlak alanıyla ilgili) bilgilerden ayırmıştır. (Metafizik 1025b ve devamı)
2.Teknisyen, zenaatkârdan bir adım daha kuramsal bilgiye yakındır. Beceri bilgisini bir ölçüde, kuramsal bilgiyle birleştirebilmiştir.(Teknisyen deyimi yerine “tekniker” de diyebilirdim!)
3.Mühendis, beceri ve kuramsal bilgi alanlarının örtüştüğü yerde durur. Beceri bilgisi, kuramda olmayanı uygulamada çözmesini sağlar. Kuramsal bilgisini beceri bilgisiyle sağlamlaştırabilir. İyi bir mühendisin bu iki bilgi alanında da donanımlı olması gerekir.Mühendislik bilgisi beceri ve kuramsal bilginin sentezidir. İkisinin toplamından ibaret değildir. Onların toplamından fazla, kendine özgü bir bilgidir. Sorunları çözüm olanaklarıyla görebilen, hangi bilgiyi nerede nasıl kullanacağını bilen; amacına varmak için en uygun olanakları, en akılcı en ekonomik (işin ahlak boyutunu da düşünürsek, ahlaka uygun) en verimli biçimde kullanabilen insandır. ”Mühendisçe düşünmek”, “mühendisçe bakmak”, “mühendis gibi anlamak” deyimleri mühendese özgü bir bilgi ve beceri alanının işaretlerini veren sözlerdir.
Tıp alanında çalışan hekimlerin de mühendis bilgisine yakın, benzer bilgi ve becerileri vardır. Elbette, çok çeşitli mühendislik dallarında çalışan, dolayısıyla sorunları, çözümleri farklı olan mühendisleri “mühendis” kavramı altında toplarken, nasıl zorlanıyorsak, hekimliğin çeşitli dallarında uğraş veren insanları da “hekim” başlığı altında bir araya getirirken benzer sorunlar yaşıyoruz. Üstelik, hekimler (veteriner hekimleri de katarsak) canlılarla uğraştıkları için konularını ele alışlarında, hastalığa, hastalara yönelişlerinde, mühendislerden oldukça farklı sorun öbekleriyle karşı karşıyadır. Yine de uygulama ve kuram arasındaki duruşlarıyla, mühendislere yakındırlar.
Çağımız insanı, bilim insanı deyince, genellikle mühendislik ve tıp alanında çalışanları anlıyor. Tıp alanında yapılan araştırmaları “bilimsel” araştırma olarak görüyor. Bilgisayarlar, uzay araştırmaları onun bilim anlayışını belirliyor. Belki bu da bilimin bilimteke dönüşümünün bir göstergesidir.
4.Deneysel çalışan Bilim İnsanı, mühendisten farklı olarak bilimsel bir varsayımın, bir kuramın, bir modelin sınanmasının ardındadır. Laboratuarında değişik olanakları denemekte, dayandığı değişimeye, düzeltmeye açık kuramsal dayanakları ile araştırma yapmaktadır.Deneysel bilim insanı, kendine özgü beceriler gerektiren deney yapabilme,deney düzeneğini oluşturabilme becerisiyle, kuramsal çalışmaların yürütülmesi ve açılımları açısından çok önemli katkıları olan biridir.
5.Kuramsal çalışmalar, matematiksel modelleme içindeki “teknik” sorunlardan başlayarak, yeni modelleme önerileri, kullanılan kavramların aydınlatılması, kullanılan kuram içindeki boşlukların varsa tutarsızlıkların giderilmesi gibi sorunlara odaklanır. Kuramcı bu anlamıyla, bilimsel topluluk içinde belli bir geçmişi olan sorunlarla boğuşur, kuramsal gediklerle baş etmeye çabalar ya da kuramsal gedikler yakalar. Düşünce deneyleri (Gedanken Experiment) yapar.
6.Kuram Temelcisi diye adlandırabileceğimiz düşünür bilim insanı, kuramların temellerini araştırır, kuramların kuramını yapmaya çalışır. Einstein, Newton, Heisenberg, Poincaré gibi büyük bilim insanlarının çalışmalarının yanında, Kant, Hegel, Frege, Russell, Reinchenbach… gibi filozofların araştırmaları da kuram temelciliğinin örnekleri arasında sayılabilir.
Aralarında insanın yeyüzündeki konumundan, varlık yapısından kaynaklanan tarihsel ayrımlar olmasına karşın, çağımızda bir bilimtek haline gelen bilim ve teknoloji, insan düşüncesini, algılama kalıplarını, sahip olduğu değerleri, duygularını, yaşam biçimini derin biçimde etkiliyor. Biri evreni, insanı anlamaya yönelik, birçok başarıları olan, kendi kendini yenileyip, değiştirerek geliştirebilen; diğeri insan yaşamındaki sorunları çözmeye yönelik, uzaklıkları kısaltıp, haberleşmeleri kolaylaştıran, hastalıklara çare bulan bu iki insan etkinliği, nasıl oluyor da insanın yaşadığı sıkıntılara, acılara devâ olmakta hâlâ yetersiz kalıyor? Çağımızda insanın ulaştığı bilimtek aşamasında, bu yetersizliğinin ardında ne vardır? İşte, çalışmamın odaklanacağı temel soru bu: Bilim ve teknolojinin kendi arasında ve yaşamla olan temel ilişkilerinde anlaşılması gereken insan varlığına ilişkin sorunlar nelerdir? Bilim ve teknolojiyi anlayabilmek, insanın yeryüzündeki yaşamında olan etkisini aydınlatabilmek için sormamız gereken sorular nedir? İnsanın bilim ve teknoloji ile zoru nedir? Bu iki etkinliğin ya da birleşmiş halleriyle bilimtekin insan için anlamı nedir?
OLANAK-DURUŞ -ANLAMA- EDİM BAĞINDA BİLİM VE TEKNOLOJİ
İnsanın olanaklar varlığı olduğu felsefî antropolojinin dikkat çekici bir saptamasıdır. İnsan olanaklarını tanıdıkça, gerçekleştirdikçe, “çoğalttıkça” insandır. Olanaklarını tüketerek yaşamak, olabileceğini olarak var olmak insana yakışır. Bu yazı çerçevesinde olanak, insanın bedeninde, düşüncesinde, duygusal, toplumsal ilişkilerinde, içinde bulunduğu kültürel, doğal çevrede bulunanların, bulunabileceklerin gerçekleştirilmesinin dayanağıdır. Olanaklar, Aristoteles anlamında bir dünamis (potentia), bir gizilgüç (kuvve) değildir yalnızca; onların keşfedilip gerçekleştirilmesiyle, insan yaşamı gelişip, zenginleşir ama sınırlanır da. Doğanın hem bedenimize hem çevremize sunduğu olanaklar, toplumun, tarihin, kültürün sağladıklarıyla bütünleştiğinde, bizi yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımızla karşı karşıya bırakır.
Teknoloji ve bilimin ortaya çıkışı da, olanakların sağladığı koşulların gerçekleşmesiyle ilgilidir. İnsan, belki evriminin ilk aşamalarında âlet yapan (Homo Faber), âlet kullanan bir varlık olarak teknik becerisinin ilk adımlarını atıyordu. Bu becerinin sayısız deneyimlerle bir bilgi birikimi haline gelmesi “çok uzun” zaman almış olabilir. Doğanın olumsuz koşullarından kendisini koruyup, diğer insanlarla aralarındaki kavgadan sağlam çıkarak, beslenmesini, çoğalmasını sağlamanın, yerleşik düzene geçmenin ardından insan, kendindeki “bilim yapma” olanağını geçekleşebilmiştir. İnsanın kendindeki teknolojiyi, bilimi yapma oluşturma olanağını nasıl gerçekleşebilmiştir? “Belli bir birikim sonunda, koşulların da uygun olmasıyla” yanıtı, eksik bir yanıt olacaktır. Gerçeklikteki olanağın ortaya çıkabilmesi, insanın gerçeklik karşısında “uygun” duruşuyla olur. Duruş, insanın bedeni, duyguları, aklı, çevreyle ilişkisinin oluşturduğu bütünlükle ortaya çıkar. Salt bir “bilinç akt”ı değildir. Tarih içinde insan, yeryüzünde, kendisine, kendisiyle birlikte gerçekliğe öyle bir durdu ki , kendindeki teknoloji yapma, üretme olanağı etkin bir hâle geldi. Duruş, fenomenologların “bilinç” anlayışıyla sınırlı değildir. Dörtlü bir bütünlüğün, ortaklığı ile belirgin olur: Beden, duygu, akıl ve çevre! İnsan yeryüzünde, kimbilir ne zaman, “teknik” duruşla durduğunda, âlet yapma olanağını keşfetmiş oldu. Elbette olanakla duruş arasında döngüsel bir ilişki vardır. Olanaklar, koşulları yaratır, koşullar duruşa izin verir. Duruş olanağı, olanak duruşu etkiler. İnsanda, evrene karşı “teknik” durma olanağı vardı. Duruş bu olanağın gerçekleşmesini sağladı.
Duruş içinde olabilme, duruş geliştirebilme belli bir evrim sonucu gerçekleşti. Aşağıda kısaca açıklamasına geçeceğim temel duruşları gerçekleştirmeden önce, insan, hayvansal yapısı içine sıkışmış, salt hayatta kalıp, varlığını sürdürebilme kaygılarını taşıyordu.
Duruşlar, karşımıza aldığımız gerçeklikle ilişkimizi belirler. Bu yazımda yedi temel duruştan sözedeceğim. Böylece teknolojinin ve bilimin kökenleri üstüne açıklık getirmiş olabileceğimi umuyorum. Temel duruşların saptanmasında, insanın ürettiği, üretmek için etkinlik içinde olduğu herşeyin tarihinden, kültür tarihinden yararlandım.
Hayvansal davranışların aşılıp “insan” olunmasında, “teknik”duruşun yeri çok önemli. Teknolojinin anlam kökeninde de bulunan, bu duruşa, Eski Yunanda Poêtik duruş, Türkçemizde Yapım duruşu diyebiliriz. Yapım duruşu, âlet yapabilmekle başladı, iletişimde dilin kullanımıyla gelişti. Dünyaya yapım duruşuyla duran insan, üretmek, ortaya koymak, ortaya konulanı düzeltmek, geliştirmek, onarmak, işletmek ister. Yapım duruşu, çekirdeğinde kullanmayı barındıran bir duruştur. (“Dostlarına” yapım duruşuyla duran, değerlerine, hatta kendine bile böyle “bakan” insanlar, çağımızda çoğunluğu oluşturmuyorlar mı?) “Kullanma”, kolayca yönetme, el altında tutma, çekip çevirme, gücü elde tutma davranışlarına kayabilir.
Bu da Yapım duruşunun, politik duruşla ne denli iç içe olduğunu gösterir. Homo Faber, Homo Politicus’un ikiz kardeşi olmuş, çoğunlukla tarih boyunca. Bu toplumda güç elde etmeye odaklanan ikinci temel duruşa Türkçe’de Etkinim duruşu diyorum. Etkili, etkin olma duruşu anlamında. Etkinim, edilgen kalarak da sağlanabilir! (Örneğin Gandhi!)
Bu aşamada duruş kavramını biraz daha açmak gerek.Bu kavram, kendi içinde en azından dört bileşene sahip: 1.Bakış(Outlook), 2.Tavır, 3.Tutum,4.Zihniyet.
Bakış, duruşun eşiğidir. Bakarsınız, bakışınızı içselleştiremediğinizde, beden duygu, akıl, çevre bütünlüğü kurulamadığında, “bakarsınız” yalnızca. Bakışın içselleştirilmesi, tavrı oluşturur. Tavır, henüz edim haline gelmemiş, fiiliyata geçmemiş, ortaya çıkmamış, bilincine bir açıdan varılmamış, duruştur. Tavrın, tutum haline gelmesiyle duruş belirgin olur, bilinç kazanır, dış dünyaya yansır. Tavır “gizli”, “örtük” olabilir ama, tutum ortada olandır. Ortada olan tutumun toplumsallaşıp, kültüre kazandırılması ile zihniyet oluşur. Zihniyet, toplum içinde, tarih boyunca çerçeveler oluşturur. Bu zihniyet çerçeveleri (Mentality Paradigms diyebiliriz, örneğin, İngilizce’de buna) bireylerin duruşlarının sınırlarını oluşturur. O kültürde ya da o toplumda olanak keşfinin ufkunu belirler.
İnsanın erken tarihinde zihniyet çerçeveleri yapım ve etkinim duruşlarını içeriyordu, çoğunlukla! (İnsan duruşlarının tarihi yazılmadı daha!) Duruşların oluşturduğu zihniyet çerçeveleri, yaşam biçimlerini belirliyordu. Yapım, etkinim duruşlarıyla (Eski Yunanca’da stasis, Almanca’da Einstellung, İngilizce’de stance sözcüğüyle karşılayabiliriz “duruş”u!) Zihniyet çerçevesini oluşturan insan, güven gereksinimini giderecek olanakları keşfe yarayan duruşu edinmek durumundaydı. Bu duruşa inan duruşu diyorum. İnan, imân, itikad olarak karşılanabilir, eski dilde. İnan duruşu (Eski Yunanca’ya hê stasis pistikôs olarak çevrilebilir!) Bu üçüncü duruş, inanma, güvenme duruşudur. Bir açıdan dinin kaynağıdır. İnan duruşunun gerçekleştirilemeyişi insanda büyük sorunlara yol açabilir. İnan duruşunun ortaya çıkış biçimlerinden olan güven, insanın yeryüzünde varoluşu için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. (Bu savım için “Her Şeyin Başı Güven” adlı yazıma bakılabilir: Sosyal Bilimlerde Güven, Editör Ferda Erdem, Vadi Yayınları, Ankara, 2003, s.13-26)
Yapım, Etkinim, inan duruşları, uygun koşullar altında, insanlık tarihini konumuz açısından etkileyen noetik duruşu ortaya çıkardı. İnsanın gerçekliği anlayıp kavramasına, kuram oluşturmasına olanak sağlayan bu duruş, bilimsel düşünmenin, araştırmanın çekirdeğini de oluşturuyordu.Türkçe’de bu duruşa düşünüm duruşu diyorum.İçine bir “seyir” olarak “theoria”yı, hesaplamayı, ölçmeyi, deney ve gözlem yapmayı, felsefece irdelemeyi de içine alıyor, bu düşünüm duruşu. Öyleyse, yapım, etkinim, inan duruşlarının oluşturduğu zihniyet çerçeveleriyle etkileşim içinde gelişti, düşünüm duruşu. Düşünüm, yaşam üzerineydi, insan karakteri, eylemleri üstüne. Bir arada varolan insan, bir arada varoluşunun sorunları üzerine düşündü. Bir aradalığın zorunlu kıldığı duruşu, davranışları, eylemleri gerçekleştirdi. Özellikle inan duruşu ile yakınlığı içinde ethik duruş oluştu. Ethik duruş, eylemleri, bu eylemlerin dayandığı değerleri, değerlere kendini adamayı, saygıyı içeriyordu. Bu duruş, örneğin Kant’ta inan boyutundan düşünüm boyutuna çekilmeye çalışıldı. (“Pratik Akıl” alanına!)
Altıncı duruş, insanın güzel karşısında, güzellikler karşısında duruşuydu: Estetik duruş, güzele yönelmeye, güzeli anlatmaya yönelikti. Yaşanana, yapım, etkinim, inan, düşünüm, ethik duruşlarının dışında yaklaşan, onu “sanat”la anlatmaya, anlamaya çabalayan duruştu. Anlatım (ex-pression) öğesinin yoğunluğundan dolayı bu duruşa Türkçe’de anlatım duruşu diyorum. Başlarda yapım duruşuyla çok yakındı. (Tekhnê, hem sanat hem zanaattı.) Zamanla yapım duruşu, etkinim duruşunun etkisiyle, insanı güç elde etme peşinde koşturdu. Anlatım duruşu, duruşlar içinde çok az insanın gerçekleştirebildiği bir duruş oldu.
Bu altı duruşta, duruşla birlikte ya da duruş ardından gelen bir edim (akt) söz konusudur. Oysa edimin değil de edilimin olduğu duruşlar da vardır! Bunlardan ikisi üzerinde duracağım. Evrenle birleşmek, evrende yok olma duruşu, Doğu bilgeliğinde, mistik öğretilerde ortaya çıkıyor. “Fenâfillah”, “Nirvana” bu, birleşme, bir olma, yok olarak var olmayı dile getiren iki kavram, örneğin. Yüce bir güçte eriyip, onunla bütünleşme, “benliği” ortadan kaldırma duruşu, bizim kültürümüzde tasavvuf ile yaşanıyor.
Edilim duruşlarından ikincisi, felsefeye özellikle Heidegger’le getirilen, yine kökleri Doğu Bilgeliğine dayanan bir duruş. Bu edilim duruşuna biricikleşim duruşu diyorum. Bu, öyle bir duruştur ki, önünde durduğumuz varlığın “o oluşu”, “nasılsa öyle oluşu” ortaya çıkar. Örneğin bir çiçeğe öyle bir dururuz ki, çiçek duruşumuzla, çiçekliğini gerçekleştirir, “çiçek-ler”. Ağaca öyle bir biricikleşim duruşuyla dururuz ki ağaç, ağaç-lar. Sevgilim Ayşe’ye biricikleşim duruşum, Ayşe’yi, Ayşe olarak ortaya koyar. Ayşe Ayşelenir. Bu duruş, Heidegger’in de haklı olarak belirttiği gibi, bilimdeki düşünüm ya da yapım duruşundan çok farklıdır. Bilim, örneğin ağacı incelemek için, ağaca “müdahale” eder. Onu, laboratuara alır, üzerinde deneyler yapar. Bir anlamda onu “kurcalar”! Oysa bir edilim duruşu olan biricikleşimde, karşımızda biricik olarak duran, biricikliğiyle ortaya çıkar. Böyle bir duruş, gerçekleştirilebilir mi? Örneğin kuvantum mekaniği bir açıdan yorumlandığında, ölçen, gözlemleyen, deney yapan kişi, anlamak istediği nesneyi etkilemiş olamaz mı? Bu açıdan, bakan, duran; baktığı, durduğu varlığı etkiler. Biz yokken orada ölçtüğümüz “o” değildir artık; biz ölçmeye kalktığımızda, bir yorumla, ona hangi duruş olursa olsun, belli bir duruşla yaklaştığımızda, o “değişir”. Diğer bir deyişle, ben Ayşe’nin yanındayken, Ayşe hiçbir zaman Ayşeleyemeyecek, benim etkimle (bu etkilemeyi ne denli istemesem de önlemeye çabalasam da) bir farklı “Ayşe” olacaktır. Ayşe’nin Ayşe olmasını sağlayacak duruş, sanki, duruşsuz bir duruştur ki bu da düşünüm tavrıyla bakınca saçma görünüyor.
Bütün bunları, Teknolojinin ve bilimin çağımızda insan yaşamındaki yerini sorgulamak için tartışıyorum. Yazımın sonlarında bu soruna yeniden döneceğim.
İnsanın olanaklar karşısında duruşu, olanakların gerçekleşmesinde anlam oluşturur. Örneğin bir çiçeğin karşısında herhangi bir duruşumuz, o çiçeğe yönelttiğimiz ilk anlamı ortaya koyar. Duruşların kendisi yaşadığımız dünyaya verdiğimiz anlamın, anlamların ilk basamağını biçimlendirir.
Yapım ve düşünüm duruşları teknolojik ve bilimsel etkinliğin temel duruşlarıdır. Bu duruşlarla ortaya çıkan ilk anlamların ardından, yaşanan, yorumlanarak savlar, kuramlar hâline getirilerek düzenlenir. Bir makine tamircisi, yapım duruşunun ardından, makineyi belli bir biçimde anlamlandırır. Onu belli anlamlar bütünü içinde görür, düşünür. Makinenin yapım, işletim kuramlarını bilen bir mühendisin anlam çerçevesi ile mühendislik eğitimi almamış tamircinin anlam çerçevesi büyük olasılıkla farklıdır. Ama duruş ardından gelen anlamlama, anlam verme etkinliği olmadan insan yaşayamaz. Yalnızca yapım ve düşünüm duruşlarının değil, diğer temel duruşların ardından da anlamlama etkinliği gerçekleşir.
Anlamlama, anlam verme etkinliği sonunda bir edimle birleşir. Örneğin bilimsel araştırma içinde bulunan biri, düşünüm duruşuyla yaklaşır sorununa. Elbette bu duruşunu bütünleyen yapım, ethik, etkinim … duruşları da işin içine karışabilir. Bu duruş, onu araştırmaya bağlayan, yıllar süren öğrenme sürencinin, çilesinin sonucunda geliştirdiği duruştur: Bu duruşla yaklaşır ve varsayımlar, kuramlar, yasalar, açıklamalar, öngörüler, öndeyiler (predictions), kısacası bir kavramlar düzeni içinde bakar sorununa. İşte bu kavramlar düzeni duruş ardı anlamlardan, anlamlamalardan oluşur. Anlamların büyük çoğunluğunu edinmiş, belki bir bölümünü kendisi oluşturmuş olabilir. Bu duruş ve anlam aşamalarıyla edime ulaşır, düşünür, bilgi üretir, etkinlikte bulunur. Anlam çerçevesi bilinç içinde oluşur. Anlamlama çabası zihinsel bir çabadır. Bu çabanın toplumsal, kuramsal, deneysel boyutları edimle ortaya çıkar. Örneğin, bir bilim insanının bir arkadaşıyla bir sorunu tartışması, onun bir edimidir. Bir bildiri, bir makale, konferans edim grubuna girer.
Duruş-anlam-edim bağı her zaman kurulamayabilir. Kuruluşunda beklenen nitelikler bulunmayabilir. Örneğin, bilimsel araştırmanın gerektirdiği duruşu edinememiş, anlam çerçevesi ezbere malumatla dolu bir akademisyenin edimini (örneğin konferansını) düşünelim. Ne gereken duruşu ne anlam çerçevesini gerçekleştirebilmiş biri, kör edimlerle (örneğin anlayamadığı konuları “kurnaz”ca, zekâ yardımıyla, çoktan seçmeli sınavlardan “başarıyla” geçerek, biliyormuş izlenimi veren, belki de bu yolda diploma alabilen, duruş ve anlam yoksunu düz, sahtekâr edimciler!) kendisinden bekleneni veriyor görünebilir. Düşünüm duruşu yoktur, yapım ve etkinim duruşuyla, gerekli sınavlardan geçivermiştir. Eğitim, bu açıdan, özellikle duruş dönüşümüdür! Duruş edinme, kazanma sürecidir. Anlam çerçevesi, bu duruşla bütünleşmiş olarak ortaya çıkmalıdır. Bilimsel araştırma yapan bir insan, nasıl durur sorunlarının önünde? Önceki bilgiler karşısında nasıl bir anlam çerçevesi oluşturur kendine? Anlamlamalarla nasıl geliştirir çerçevesini? Bu çerçeveye uygun edimlerle, duruşu arasında bütünlük var mıdır? Bütün bu sorular, duruş, anlam, edim bağını sorgulayarak, bir insan etkinliği olan bilimsel araştırmanın doğasını anlamaya yönelik sorulardır. Edim olarak, “araştırma yapıyor” görüntüsünün ardındaki anlam çerçevesini, anlamlama etkinliğini bilmeden o kişinin bilimsel anlamda araştırıcı olup olmadığını söylemek zordur. Sorununa bakışı, onun için gerekli donanıma sahip olup olmayışı, araştırmasından “ne anladığı”, anlam çerçevesinin düşünsel derinliği onun araştırıcılığında önemli göstergelerdir. Bilimsel araştırma salt edimlerden oluşmuyor, çünkü arkada gerçekleştirilmesi gereken bilim insanlığı duruşu (önemli ölçüde düşünüm temel duruşundan oluşmakla birlikte, yapım, inan, ehtik… duruşlarını da içerir…) onun niyetini, içtenliğini, bilim sevgisini gösterir. Bilim insanı kimdir? Nasıl olmalıdır? sorularının yanıtı duruşunda saklıdır. Tüccar ya da politikacı duruşuyla bilim yapılmaz. Araştırdığınız konunun kuramsal, düşünsel, giderek ethik, estetik boyutlarını fark edemeyen bir anlam çerçevesiyle oluşturacağınız bilim insanlığı görünümünde de eksikler ve özürler olacaktır.
Teknolojinin planlayıcısı, yürütücüsü teknik insanın yapıp ettiklerinin bu üçlü bağ açısından yorumlanmasında da teknolojinin yaşamdaki yerini anlamada önemli ipuçları elde edebiliriz. Bu üçlü bağa yaşam bağı diyebiliriz. Bu bağı yalnızca bireyler açısından değil, toplumlar, kurumlar açısından da ele alabiliriz. Örneğin bir teknolojik ürün tasarlayan mühendisin duruşunu, bu duruşunun içerdiği duygularını, düşüncelerini, beklentilerini, anlam çerçevesini, bu tasarımdan ne anladığını, bu anlayışının anlam çerçevesinin dayandığı düşünce ve kültürel temelleri göz önüne alıp, ortaya konan ürünün ne gibi edimlerle bu hâle geldiği sorusunun yanıtlarıyla birleştirerek yaşam bağını sorgulayabiliriz.
Kurum olarak sorgulayabileceğimiz yaşam bağı için örneğin, uzay araştırmaları yapan bir kurumu ele alalım. Nasıl bir duruşla yapmaktadır araştırmalarını? Salt düşünüm, yapım duruşu, amacı, niyetiyle mi yoksa etkinim, hele hele bir dogmanın yansıması olabilecek inan duruşuyla mı? Duruş, beden, duygu, düşünce, çevre bütünlüğünü gerektiriyordu. Bu açıdan, bu bütünlüğün gerektirdiği içtenlik, kendiliğindenlik duruşun içinde yansır. Kurumlar söz konusu olunca da duruşlarındaki içtenlik sorgulanabilir. Neyi, neden, kimin için, kime karşı, ne amaçla üretmiştir, üretmekte, araştırmaktadır? Edimlerine, edimlerine bağlı anlam çerçevelerine (ilkelerine, insanı, dünyayı, toplumu, kültürü nasıl gördüklerine) bakarak duruşlarını belirgin kılabiliriz.
BİLİMTEKİN YAŞAM BAĞI ÇÖZÜMLEMESİ
Bilim teknoloji ilişkisinin, bu ilişkinin çağımız yaşamına etkilerinin irdelenmesinde yaşam bağı adını verdiğim, duruş, anlam, edimden oluşan bir üçlü kavram bütünlüğü modelinden yola çıktım. Yaşam bağı, varlığın insana sunduğu olanaklardan besleniyor. Böyle bakınca üçlü bağ, dördüncü bir öğeyle, olanakla birleşiyor. O zaman, çözümlememiz şu soruyla başlayabilir: Bilim ve teknoloji, bilimtek, bize ne gibi olanaklar sunuyor ne gibi olanakları kapatıyor? Dünyada varlığımızı sürdürmemizi sağlıyor: Onun yardımıyla besleniyoruz, ulaşıyoruz, korunuyoruz, hastalıklarımıza çare arıyoruz, haberleşiyoruz, öğreniyoruz, okuyoruz, anlıyoruz, kavrıyoruz, düşünüyoruz…İnsanız dediğimizde, bilimtekle insanız diyoruz bir bakıma, yaşamı döndüren çarka güç veriyor bilimtek. Onun sağladığı olanakla, olanaklarımızı tanıyoruz.
Bilimtek gündemini belirleyemeyen, sunduğu bilgileri sonradan öğrenen, bizim gibi ülkelerde, bilimtek çalışmaları için uygun duruşla, olanaklardan yararlanma pek gerçekleşmiyor. Bilimsel, teknik kurumlarda çalışan, işi bilimtek alanında üretim yapmak olan insanlar da bile, bu üretimi yaratıcı biçimde gerçekleştirecek yapım, düşünüm duruşu yeterince oluşmuyor. Bilimtekin sunduğu olanakları keşfedip, bunları etkinlik alanına geçirebilecek “bilimsel duruş”, bu duruşun içerdiği tavır, tutum, zihniyet gelişmiyor. Toplumda böyle bir zihniyet olmayınca, bilimtek salt pragmacı, çıkarcı bileşenleri çok fazla gelişmiş, yapım duruşuyla, etkinim duruşuyla karşılanıyor. Bilimtekle olan ilgi bir çıkar ilişkisine, “dünyadan geri kalmayalım” kaygısına dönüşüyor. Oysa, uygun duruş gerçekleştiremezsek, bilim ve teknolojinin ruhunu kavrayamayız. Bu duruş ise bilimtek eğitiminde, usta çırak ilişkileriyle aktarılabilir.
Bilimteke baktığımız anlam çerçevemiz, onun sunduğu olanakları kavrayacak düzeyde değil! Aktarılan, arkasında duruş desteği olmayan anlam çerçeveleri, dünyadaki bilimtek üretimine, etkinliğine katkımızı zayıflatıyor. Anlam çerçevesinden çok, edime, sonuca odaklandığımız için kuram, gereksiz, işe yaramaz bir öğe olarak görülüyor. Oysa, edimin, pratiğin ardında bulunan çerçeve, kuramlar, ilkeler, yasalar, varoluşsal, metafizik kaygılar, edimin geliştirilmesi, kendi sorunlarımız doğrultusunda dönüşümler yapabilmemiz açısından önemli. Duruş geliştirmemiş, anlam çerçevesi çarpık, sığ bir kültürün, bilimtekin olanaklarını, kendi gereksinimlerine uygun olarak yeterince kullanması zorlaşıyor.
Bilimtek, insanın yaşadığı evreni, anlayıp kavrayarak, beklentilerini, umutları doğrultusunda, hakça bir siyasal düzen içinde, toplumsal ilişkileriyle, kendini gerçekleştirebilecek, ötekini ezmeyecek bir çevrede yaşaması için olanaklar sunuyor. Bu olanakların okunması, gerçekleştirilmesi, insan yaşamının olumsuz yanlarını ortadan kaldırmaya yönelik biçimde geliştirilmesi, olanaklardan beslenen yaşam bağı ahlakının temel ilkeleri oluyor.
Edim yoğun bir yaşam içinde, insanların duruş ve anlam çerçevelerini oluşturmalarında, duruş ve anlam çerçeveleriyle ilgili farkındalıklarında büyük sorunları var. Duruş özürlü bir dünyada yaşıyoruz. “Sonuca ulaş da nasıl ulaşırsan ulaş” anlayışı, sonucun gerektirdiği duruşu yok saymamıza yol açıyor. Bu çıkarcı duruş, varılan sonucun insan yaşamına etkisinde büyük sorunlar yaratıyor. Salt edimlere yönelik bakış, bilim ve teknolojinin gözlemler, deneyler, hesaplamalar, tasarımlar sonucu ortaya çıktığını öne süren görüş, insanların birbirine karşı duruşlarında çarpıklıklar yaratıyor. Birbirlerini sürekli denetleyen, gözetleyen, izleyen, kuşkucu, gergin, bıkkın, yılgın, korkak, tedirgin insanların yaşadığı bir dünya oluşuyor. Bilimtek duruşu, yapım ve düşünüm duruşlarından önemli ölçüde etkilenen duruş olmasına karşın, diğer temel duruşlardan yeterince beslenemediği, bir ehtik, bir anlatım, bir inan, bir edilim duruşlarının bileşenlerine yeterli ölçüde sahip olamadığı için, insan bütünlüğünü zedeleyici, insanın yaşam ufkunu daraltıcı bir yaşama yönlendiriyor onu. Bu duruşa sahip bilim insanları ve teknoloji uzmanları, oluşturdukları ürünlerin (bilimsel modeller, kuramlar, teknolojik aygıtlar…) giriştikleri etkinliklerin sonucunda, olanaklarının bir bölümünü keşfedip gerçekleştirirken, bir bölümünü de sınırlandırıp yitirebiliyorlar. Bilimtek, yalnızca “kazandırmıyor”, eski yaşamlar da sürekli dönüşümlerle yitiyor. Bilimtek insanının çağımızdaki duruşu, yalnızca bilimtekten kaynaklanmıyor. Bilimtek, yoğun biçimde piyasayla, ekonomik düzenle, siyasal yapıyla, ahlak yaşamıyla bağıntılı. Bilimtek çekirdeğinden çıkan enerjiyle beslenen dünya yaşamı, bu enerji üzerinde etkili diğer etkenlerden de etkileniyor. Etki hem bilim insanı hem de sıradan insan üzerinde. Özellikle sıradan insanın duruşu, kendisine eğitimle, medyayla, toplumsal ve ekonomik yaşamla verilen, dayatılan anlam çerçevesinden dolayı, farkındalık sınırının dışında kalıyor. Sıradan insan çoğunlukla gerçeklik karşısında nasıl durduğunun ayırdında değil. Duruş zafiyeti geçirmektedir. Duruş zafiyeti anlam yoksunluğuna yol açıyor: Çağımız insanı nasıl bir dünyada neden yaşadığı konusunda bunalım yaşıyor; bu bunalımdan çıkmak için dogmatik kaçışlar arıyor, inan duruşuna sığınmak istiyor, ama duruş zafiyeti onun imânını da çıkarcı bir gözle yaşamaya götürüyor. Dini bu dünya ve öbür dünya için bir “sigorta şirketi” gibi görüyor! Dolayısıyla, insanın duruşu, olanaklarının açılmasını, keşfedilmesini sağlamıyor. Anlam çerçevesinden ve edimden kopuk yaşanıyor.
Anlam çerçevesi ile ilişkisine baktığımızda, çağımız insanı, çerçevesinin ayırdında değil. Elbette, bir çağın egemen anlam çerçevesi içinde yaşayanlar bir açıdan o çerçevenin dışına çıkamadıkları için, kendi çerçevelerinin ayırdına varamıyorlar. Çağımızdaki farkındalık eksikliği, salt sonuca, salt edime yönelmiş, edim yoğun yaşamdan kaynaklanıyor. Bilimtekin yürümesi, bu alanda çalışanların bilgileriyle ilişkilerinde, belli bir ihtiyat taşıması ile sağlanıyor. Bilgileri, belgeye, belli bir dayanağa, kanıta dayandırıp ileride edinilecek bilgilerle değişmeye açık tutma tavrı, bilimtek uzmanlarının, öğrencilerinin anlam çerçevesini biçimlendiriyor. Yazık ki, bilimtekin bilgiye takındığı tavrın zıttı olan dogmatik inançlar, batıl inançlar ortadan kaldırılabilmiş değil. Bilgi, bilimtekin piyasa ekonomisi ile yakın ilişkisinden dolayı, bir güç, bir ekonomik değer olarak görülüyor. Bilgi üreten güçler arasındaki yarışmadan dolayı bilgiler gizlenebiliyor. Alınıp satılabiliyor. Bir meta durumuna gelebiliyor. Bu durum, anlam çerçevesinin katılaşmasına, bu çerçeve içinde yaşayan insanların eleştiri gücünü, özerkliğini, kendi başlarına düşünebilme başarısını zayıflatıyor. Bu da o kültürde yaşayan insanların üzerlerine giydirilmiş elbiseler haline getiriyor anlam çerçevelerini.
Nasıl oluyor da bir “ihtiyatlı” inceleme, hesaplama, denetleme, sınama olan bilimtek etkinliği, insanlar üzerinde darlaştırıp, gerginleştirici, onların özgürlüğünü, özerkliğini ortadan kaldırıcı etkiler yaratıyor? Çünkü, insan zengin var olma olanaklarıyla beslenen, çeşitli duruşlar bütünlüğüne sahip bir varlık. Kimi duruş biçimlerinin, anlam çerçevelerinin dayatılması, bu çerçeveler, hakikat araştırıcılarının, eleştirel yoğunluk taşıyan, açılmaya değişmeye, değiştirilmeye, eleştirilmeye açık çerçeveler de olsa, sorunlar yaratıyor. Bilimtek duruşu, bu duruşla gelen çerçeve, topluma buyurucu, yukarıdan bakan bir görüntüyle yansıyor. denli popüler hale getirilmeye çalışılsa da, bilimtekin anlam çerçevesi tam anlaşılamıyor, toplumda yaşayan bireylerin çoğunun içselleştirebileceği bir anlam çerçevesi olamıyor.
Son olarak, bilimtekin yaşambağı çözümlemesinde edimle ilgili sorunları ele alabiliriz. Edim yoğun bir kültürde yaşadığımızı söylemiştim. Edimin sonuç almaya yönelik, çerçeve ve duruşla bağlar kuramayan bir özellik taşıdığını belirtmiştim. Bilimtekin gündemini belirleyen, bu alanda etkin olan kültürlerde bu bağı kurabilen kişiler, kurumlar olabilir. Bu bağın bir biçimde kurulabilmesi de yeterli değil. Duruşların ve çerçevenin (elbette anlam çerçevesini kastediyorum!) insan bütünlüğünü yok saymayan özellikler taşıması gerek. Edim yoğun bir yaşamda, edimleri “meşru” kılacak çerçeveler kolayca inşa edilebilir. Edimlerimizin ardında bulunduğunu savladığımız anlam çerçevesi ile, bize “dıştan” bakabilenlerin gördükleri çerçeve farklı olabilir. Kendimizin de yeterince farkında olmadığı, salt edimlerimize uysun diye oluşturuverdiğimiz, edimlerimize yapıştırıverdiğimiz çerçevelerle edim-çerçeve bağını kurmuş olmuyoruz. Bu bağın “kendiliğindenliği”, “içtenliği” önemli. Burada duruşumuz, taklit edemeyeceğimiz, kendimizden saklayamayacağımız içtenlik göstergesidir. Tüccar duruşu (yapım ve etkinim temel duruşlarının bir bileşimidir!) ile bilimtek içindeysek, edimlerimizde, yaşayışımızda bunu saklamamız çok zor olsa gerek.
Bilimsel ihtiyat, olgulara saygı, açık seçik bir anlatım, dikkatli ölçme gibi anlam çerçevemizdeki temel ilkeler, edimlerimize çarpık biçimde yansıyor: Pragmacı, işletmeci, çıkarları kollayıcı edimler bürüyor bilimteki.
Bilim, soyutlayarak, evrensel bir dille, evrensel yasaları arayan bir çerçevede geliştiğinden, çerçeve yukarıda anlatmaya çabaladığım zenginleştirmeler içine girmedikçe öteki yoğun, ötekine saygıya dayanan bir yaşama zemin oluşturamıyor. Bilimin böyle bir görevi yok diyebilirsiniz. Oysa yaşam içindir, farklı inançlarda, farklı geçmişlere, yaşam biçimlerine sahip insanların birarda yaşayabilmeleri içindir. Öteki yoğun, birlikte yaşama sorununa çözümler, nasıl bir duruş ve anlam çerçevesine sahip bilimtekten gelebilir?
Daha önce de edilimin, özellikle biricikleşim adını verdiğim edilimin öneminden söz etmiştim. Edim yoğun bir yaşamda edilim belki yeterince anlaşılmıyor. Edilim, hele, olumsuz biçimleriyle, “boşvermişlik”, “tembellik”, “sorumsuzluk”, “pısırıklık”, “korkaklık” olarak anlaşıldığında, iyiden iyiye gözden düşüyor. Oysa edimle biten, edimle son bulan duruşlar için de edilimin bazı biçimlerinden öğreneceklerimiz var. Örneğin biricikleşim edililimi, belli bir duruş ve anlam çerçevesinden kaynaklanır. Karşısında olduğumuz, doğrusu, karşı karşıya bulunduğumuz gerçekliğe “uygun”, onunla titreşim sağlayacak bir duruşla durarak, “onun o oluşunun” ortaya çıkmasına olanak sağlayacak bir hâl içinde olabilmektir edilim. Edilim duruşu, her duruş gibi belli içselleştirmelerle gerçekleşir. Belki, edimsel bir duruştan farklı olarak daha yoğun yaşanır. Edilim duruşuna hâl diyebiliriz.
Hâl, bilimtek duruşundan farklıdır. Bilimtek, varlığı çekip çevirecek, etkileyecek, denetleyecek, kısaca ona müdahale edecek bir duruşa sahiptir. Hâl duruşu ile evreni anlamak olanaklı mıdır? Gerçekten de örneğin elimdeki kaleme kaleme uygun bir hal ile yaklaşabildiğimde, kalem, kendini bana açabilir mi? Elbette mistik çağrışımları olan, ama öteki insanla birlikte yaşama, birlikte varolma sorunu için ipuçları taşıyabilecek hâl duruşu ve bu duruşun dayandığı çerçeveyle gerçekleştirilecek edilim, bilimtek yoğunluklu bir yaşamın dar ufuklarını açabilecek bir olanak olarak görünüyor. Sanatçıların, kimi düşünürlerin (Meister, Eckehart, Kierkegaard, Heidegger…) dikkatini çekmekte olan, benim kendi yorumumla şimdilik biricikleşim dediğim yaşambağı, yirmibirinci yüzyılın insanı için önemli bir öneri gibi görünüyor. Bu önerinin Batılı insana sunulan, Doğu Bilgeliği, Yoga, çeşitli “meditasyon” teknikleriyle hiç ilgili olmadığını düşünüyorum.
Çevre sorunlarının çözümü için ileri sürülen yine Doğu kökenli mistik “kurtuluş” reçeteleri de farklı bir yaşambağı, olanak, duruş, anlam çerçevesi, edim (edilim) bağı olarak duruyor önümüzde.
SONUÇ
Çağımızdaki görünüşüyle bilimtekin kavramsal yapısını anlatmaya çalıştığım bu yazıda, geliştirmeye çabaladığım yaşambağı modeliyle, bilimtekin sorunlarını, çağdaş yaşam içindeki yerini irdeledim.
2003, Eylül, Dikili