YAŞANACAK BİR MEKAN TASARLAMAK

YAŞANACAK BİR MEKAN TASARLAMAK

YAŞANACAK BİR MEKAN TASARLAMAK

                      

1.KAVRAMSAL HAZIRLIK

Nereye gitsem hep bir yerdeyim. Mekânın bir yerinde. Bedenim bu mekânda bir yer tutuyor.

Oraya gittiğimde orası, burası oluyor. Bedenimin, algılayan, fark eden, kavrayan varlığımın bulunduğu yere göre mekânı anlamlandırıyorum. Mekân, bana değişmez, mutlak özelliğiyle verilmiş değil. Benim, burası, şurası, orası diyen; mekân, benimle, bulunduğum yere göre, önceden biçimleniyor. Nerede diye soruyorlar: "Bir yerlerde" diyorum, "kim bilir nerede " (Terrae Incognitae, bilinmeyen yerlerde) diyorum, "hiçbir yerde" diyorum.  Mekâna daha baştan sahip olma eğilimi içindeyim.

Bedenim ayrıcalıklı bir mekân bana, bedenim sallantıya yer bırakmayan biçimde benim. (Erişkin bir kişi olarak, kimi fizyo-nörolojik, psikolojik hastalıklar taşımıyorsam!). Öyle algılıyorum, bedenimi. Bedenimin hem içinde hem dışında olabiliyorum. Onunla algılıyorum.[1]   Mekândaki konumumda en yakın komşum, evim. Hem komşum hem evim[2]. Bedenimin belki yalnız benim bilebileceğim yanlarıyla tarihine sahibim. Bedenim hep yakın mekânda. Kendimin bir filmini ya da resmini çok uzaklarda görsem de.               - .

Dışımdakiler: Başkaları (başka insanlar), eşya (insanın ürettiği nesneler), doğa. (Bedenim doğanın bir parçası, ondan dolayı bedenim hem bende hem dışımda. Ben mekândayım bedenimle, mekânda olma bende. Salt "düşünce" olarak değil; bedenimle, mekânda olma özelliğini taşıdığım için). Başkaları, doğa, eşya ve onların arasında bedenli-ben: Mekândayız birlikte. Şimdi burada, kaçınılmaz olarak mekâna bakış açımı belirleyen mekânsal gerçeklik halkalarını şöyle çizebilirim.

 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mekânım, bir anlamda, hiç değişmiyor. "Burada", "şurada", "orada" olup bitenler, bulunanlar değişiyorsa da bu halkaların oluşturduğu yakın mekân, bir form olarak, değişmeden kalıyor[3]. "Ben" de aynı biçimde hem değişiyor hem değişmiyor. Değişiyor: Yaşlanıyorum. Değişmiyorum, çünkü, değişene hep "ben " diyorum! Bedenimi (parçalarını) göstererek, burası, şurası, orası diyebiliyorum. Çizdiğim şekilde, "orası", "şurasından” daha "uzak" görünüyor: Bu bir saymaca (kabul ettiğim) bir durum, altta yatan bir sebebi yok. Haritada gördüğüm yer. Orası. Bir gemiden görüyorsam aynı yeri: Şurası. Ara mekân yakınımda bulunmayan, doğrudan ya da bir araç kullanarak algılayamadığım, nerede olduğunu tam bilemediğim, ama belli bir fikre sahip olduğum mekân: Malezya, Asya’nın bir yerinde. Asya’nın orasında diyemiyorum. Gerçeklik halkalarını algım ve bilgim belirliyor, bir anlamda. Kafdağı, kim bilir nerededir. Atlantis de. Atlantis, eğer keşfedilirse, yakın mekânıma ya da ara mekânıma girebilir. Kafdağı belki hep gizil mekânda kalmak zorundadır. Belki de Kafdağı, "daha uzak " bir yerde, hiçbir yerdedir. Güneş sisteminin henüz bilinmeyen bir gezegeni, hiçbir yerden yakın mekânım a girebilir. Soru: Elektron, positron quark... nerededir? Donkişot ve diğer roman kahramanları? Yarı yanıt: Bu şekil, öncelikle algılayabildiğim gerçeklik içindir. Anlaşılıyor ki, mekânım yalnızca mekânsal gerçeklik halkalarıyla sınırlı değildir. Peki, sayılar nerededir, geometrik biçimler? Açıklamaya çalışacağım ileride.

Bedenli-ben dışımdakiler, başkaları, doğa ve eşya algılama açımın içinde. Onlar çevremi oluşturuyorlar. Çevremde oluş var: Değişme: Hareket: Zaman akışı[4] . Algılama açımın dışında, başka türlü farkına vardığım bir mekân var. Çevresel mekânımın dışındaki bir düşünce mekânı. Kavramsal mekân. Bu mekânda, başkaları, "toplum" a dönüşüyor örneğin. Bedenli-ben, bedenli-benimin iyice kavramsallaştırılmış biçimine, bedenli-benimin bilgisine, kavramsal bilgisine dönüşüyor.[5]Doğa, eşya değişiyor. Onların belli bir andaki kavramı hep kendisi olarak kalıyor. Şöyle diyeyim: Kapı, belli bir "t" anında algılanıyor. Onun kavramı, diğer kavramlarla birlikte, çevrenin dışına taşmıyor. Ortama aktarılıyor. Taşıdığı bir türlü belirsizliğin içinde ortamda, “düşüncemizde” deyin isterseniz, donduruluyor. Bunu yapamasaydık, "kapıyı " ortama aktaramayıp, hep çevrede tutsaydık, o, durmaksızın değişecekti; onu, kapı olarak algılama olanağından bile yoksun kalacaktık. Çevreyi ortama aktarma, çevreyi, elimizde tutuştur. Sabitleştirmedir. Ölümsüzleştirmedir. Şu anlamda: Onu, ortamda bulabilecek, ortamı yaşayabilecek (iddialı bir söz belki, ama), çevredeki insanlar oldukça yaşayacak bir sabitleştirmedir bu. İnsan, birey olarak ölümlü olduğu için, "ölümlü ölümsüzdür". Bu anlamıyla, ortam çevreye, çevre de bedenli-ben'in algılama açısına bir süreklilik sağladığı için, ortama zorunludur. Bu ikisini, birbirinden burada yaptığım gibi, yalnızca belli bir soyutlamanın dışında ayıramazsınız. Çevredeki oluş, değişme, ortamda bir "zaman " kavramına dönüşüyor, bir "tarih" kavramına. Dikkat: İnsan, bedenli-ben'iyle çevresini yasarken, ortamı da yaşıyor. Mekân, yalnızca çevremizde değil, ortamımızda da.

Algılama açımdan baktığımda, bir "kuş " görüyorum. Doğrusu, onun "kuş" olduğunu bilmem, kavramını oluşturmam, onu tanımam, ortamın içinde bir yere koymamla olanaklı. Kuş, bu anlamıyla hem ortamımda hem çevremde bulunuyor. Çevremde, bana onun "kuş " olduğu öğretiliyor. Bu öğrenilen, ortamdaki yeriyle, ne zaman bir "kuş " algılasam çevreme karışıyor. Ortamımda bir kuş "belleğim" var, kuşu hep o belleğe dayanarak görüyorum.

Burası Fatih'in İstanbul'a girdiği yer diyorum. Bir anlamda yanlış, bu söylediğim, aradan yıllar geçti. Orası, dediğim yer değil. Oysa, ortamdaki konumuyla, tarih bilgimle, kavramlarımla, değişmeyeni, değişenin üstüne koyuyorum. "İstanbul'un şehir plânına göre, Fatih, o zaman, buradan girdi, İstanbul' a diyorum. Bunu, ortamımla çevremin iş birliği sayesinde yapabiliyorum. Bu konuda zorluklar pek çok, bu yazının sınırları içinde bu zorlukları göğüslemeliyim.

Sayılar ortamda. İzleri deney araçlarının üzerinde ama. Elektronlar, bir fizik kuramının öğeleri olarak ortamda. Masal kahramanı Keloğlan da ortamda. Zaman zaman bir filim ekranında, tiyatro sahnesinde, çevremdeki bir görüntü olarak karşıma çıksa da.

Mekânsal gerçeklik halkalarının yanında bir de toplumsal gerçeklik halkalarından söz edebiliriz.

 
 


Şekil 2. Toplumsal Gerçeklik Halkaları

Çevremdeki "başkalarını" bu halkalar yardımıyla yaşıyorum. l'den 7'ye dek, yakınlık derecelerine göre sıraladığım bu halkaların en içinde, iç-ben bulunuyor. Sonra bedenli "ben" (şekilde yalnızca "ben" diyorum) geliyor. Biz, başkalarını en yakına koyduğum halkadır. Bir insan, değişik zamanlarda bu halkalarda yer olabilir, örneğin dostum olmadan önce, 6'da ise, çeşitli ilişkilerden sonra 2'ye geçebilir. Belki de l' e bile (içimdesin!). Burada da bu halkaların içindekiler değişebilir ama, formu değişmez. Sen ve siz yaşayışımı paylaşabileceğim insanlardan oluşur. Ayrıca, “Siz” sen'lerden oluşabildiği gibi, tek kişi olarak da "siz" olabilir! 5-6'da ise (C bölgesi) uzak insanlar, tanımadıklarım bulunuyor, 7 ise, şu ya da bu biçimde hiç tanımadığım, tanımak istemediğim insanlar için. Toplumsal gerçeklik halkları üzerinde fazlaca durmayacağım. Burada bizi ilgilendiren nokta, mekânı algılarken, salt mekânsal gerçekliğin değil, toplumsal gerçekliğin de, işin içine girmesi. Ben mekândaki nesneleri, toplumsal gerçekliklerine göre de algılıyorum. B'de iki gerçeklik halkası, iki ayrı boyut olarak, gerçeklik koordinat sisteminde yaşayacaklarımın, yaşadıklarımın olanağını oluşturuyor. (Gerçeklik, salt iki boyutlu değil; burada yalnızca iki boyutundan söz ediyorum). Ayrıca, şekil 2'deki şahıs zamirleri, mülkiyet zamirlerine dönüştürülüp bir boyut daha elde edilebilir. Benim, bizim, senin, sizin... gibi, 7 ise, hiç kimsenin olacaktır. Özellikle, gerçeklikteki nesnelerle ilişkimizde bu boyut önemlidir.

Peki, bu halkalar, zaman ötesi formlar ise ortamda bulunmaları gerekmez mi? Gerçeklik halkaları, ortamla çevrenin ara kesitinde bulunurlar Salt kavramsal bir yapı taşımadıkları sürece, belli bir insanda belli bir yerde karşılıklarını buluyorlarsa, sadece ortam da olamazlar.

Bir de iç-ben'de, içselleştirilmiş, içimize sindirilmiş, benimsenmiş, iç-ben'e dayalı halkalardan söz edebiliriz. Bu anlamda “ben”, içinde toplumu, toplum içinde dünyayı, dünya içinde evreni taşır! Bazı okurlara, belki çoğunluğuna, ters gelebilecek, bu halkaları şöyle gösterebilirim:

 

Şekil 3. İç-Ben'deki Halkların bir Kesiti

Ben içinde bir toplum taşır, ait olduğunu düşündüğü toplumu: Diğer toplumlar (dünya) bu toplumun "içindedir". Buradaki içinde olmayı şöyle anlayabiliriz: Ben, toplumları dünyayı, kendi toplumu açısından görür, kavrar, benimser. Toplumunu da kendi açısından. Öyle ben'ler vardır ki, onlarda, örneğin "dünya halkası hemen hemen boştur. Her şey toplumudur, Bu "ethnocentric-" tutum onun "derinleşmesini", içinin "merkezine " doğru yürüyebilmesini engeller. Yine, "toplum halkası" boş benler vardır. Onlarda, "merkeze doğru" ilerleme olsa da "genişlik" eksiktir. Dolu "ben", bu halkalarda ortam ve çevresini oluşturabilmiş insandır.

Öyleyse, mekândaki nesneler, mekânsal, toplumsal, bensel halkalarda yerini bulur. Aslında, bu kısa yazıda konuyu daha fazla karıştırmamak için, başka halkalar çizmekten çekiniyorum. Çünkü, eşya ve doğa için de halkalar çizilebilir. Şimdilik, nesneleri bu üç halkada düşünelim. Örneğin; "burada " olan bir nesne, "bizim" olabilir, toplumdadır... Bu nesne, bir eşya ise, yani bir insanın ürettiği nesne ise, gerçekliği ona göre değişecektir. Kullandığım bir nesne, "benim", "burada", "bende " olacaktır, (ya da toplumda!) Şimdilik bu kadarla yetineyim.

Bir bedenli-ben olan insan, mekânı edilgin olarak kabul etmiyor. Ona verileni, değişen gerçeklik olarak ya da öğretilen ortam içinde verilen bir mekân olarak yorumluyor, anlamlandırıyor. Evimin bir penceresi, benimle uzaktan yakından tanışıklığınız yoksa, bir insan evinin penceresidir. Bir eşyadır çevrenizde. Oysa, benim için, onun yakından yaşantısına sahip olduğum için, anlamlı bir penceredir. Bedenim, rastgele bir doğa parçası değildir; ortamındaki tarihselliği içinde, mekânda göründüğüm bedenimin ayrılamaz bütünleyicisidir. Demek ki anlam vermeden, anlam koymadan (anlamsız bulma da bir çeşit anlam vermelidir!) çevremi ve ortamımı yaşayamıyorum.

Şimdi, yetersiz örneklerle açıklamaya çalıştığım anlam vermeyi, biraz daha ayrıntılı, daha düzenli bir biçimde ele almak gerekiyor: Çünkü “mekân tasarımı” kavramını anlamak için kilit kavram durumunda.

          2. ANLAM VERME

 "Anlam verme" fenomenolojide, Husserl sonrası felsefecilerce üzerinde oldukça durulmuş bir kavram. Ben bu yazıda, ayrıntıları sonraki çalışmalara bırakarak, hemen kestirmeden, dolayısıyla biraz üstünkörü biçimde düşüncelerimi söyleyeceğim. Böylece, birkaç tartışmanın daha eklenmesiyle, okuyucunun belki biraz "soyut " ve "sıkıcı" bulacağı (bulduğu) bu kavramsal hazırlık bölümünü ister istemez bitirip, "yaşanacak mekân " üstüne görüşlerime geçeceğim.

Anlam vermenin çeşitleri, basamakları, içerdiği öğelerin ilişkilerinden doğan karmaşık bir düzeni var. Kısa konuşacağım için, tez elden bir örnekle anlatayım. Bir kapı giriyor algı açıma, Onun "kapı " olduğunu "algılamam", ancak yukarıda söylediğim gibi, "ortamında” yerini bulmasıyla, bir kapı "belleği" ile olanaklı. (Soru: İlk kez gördüğüm bir nesne ise, onun belleğinden yoksunsam? Yanıt: o zaman, "benzeri", "yakın " bellek yardıma koşacak, onu bir şeye, "benzeterek" algılayacağım. Bir sonuç: çevre, ortamından, kavramsal geçmişinden, tarihinden, ona kaynaklık eden, dilinden, "kültüründen” ayrılamıyor). Kapıya karşı türlü anlam verme tavırları içinde olabilirim. Önce, olumsuz bir tavırdan, anlam verememekten başlıyayım.

  1. "kapıyı” gerçeklik halkaları içinde bir yere koyamam. Kapıya anlam veremem. Onun "kapı " olduğunu, ona "kapı " dendiğini bilsem bile, ne içimde, iç dünyalarımda bir yere koyabilirim ne de dışımdaki gerçeklik halkalarına. Kapı anlamca askıdadır. Sallantıdadır. Saçma bile değildir. (Saçma görmek, anlam vermektir, çünkü). Anlam vermek için yöneldiğim gerçekliğin içinde bir yere koyamam. Gönderdiğim anlam ışığı ulaşamaz ona. Anlamca ıskalarım onu. Bu durumun değişik nedenleri olabilir. Ruhsal bozukluk, böyle bir anlam verememeye götürebilir beni. Fizyo-nörolojik bir rahatsızlık belki. Müthiş sancılı, endişe yaratıcı bir durumdur, bu anlam yoksulluğu içinde olmak. anlamla dokuyamadığımız bir dünya: Cehennem bu olsa gerek!
  2. Kapıyı sıradan, olağan bir nesne görür, "mahmur bir anlam verme" tavrıyla geçer giderim. Kapı "orada", "bir yerlerde", "dışımda" bulunuveren bir nesnedir. Şaşırmam, ürkmem. Aldırmam. Alıştığım bir nesnedir kapı, olağanlığı içinde. Günlük yaşayışın sıradanlığının sesinde; belli belirsiz görünür gider. Açar, kapar, kullanırım onu. Sonunda, herhangi bir, rastgele  bir kapıdır.  Uyuşuk bir anlam yüklemedir bu.

c) Kapının benim için özel bir anlamı olabilir. Bu özel anlam en azından iki açıdan görülebilir, işin içine zaman boyutunu koyduğumuzda.

1. Geçmişte, o kapıyla özel bir deneyimim olmuştur. Örneğin, ilk sevgilimi onun dibinde öpmüşümdür. Belki, ne zaman görsem, içim sızlıyordur. Ya da, belki de dedemden kalmıştır. Yıllarım onun önünde geçmiştir. Demek ki, anlamın da belleği var. Bu anlam belleğini, ortam belleğinden ayırmak gerekir, diye düşünüyorum. (Çok tartışmalı bir durum, varsın olsun!) Ortam belleği, ortaklaşa bir bellektir. Paylaşılan, Anlam belleği ise, bana özgü, benim tümüyle ortamdan devşirmediğim, yarattığım bir anlamdır. Anlam, belleğimi, ortam belleğine katabilirim, anlamı dile getirerek, anlatarak, yazarak. Kayna k bendedir ama.

2. Biraz sonra, önünde biriyle buluşacağımdan dolayı, kapı benim için özel bir anlam taşıyabilir. Ortamda, ortamımda olmayan, anlam belleğimde de olmayan, belki oradakilere benzer bir anlamdır. Geleceğe dayalı özel bir anlamdır bu! Gebe bir anlamdır. Estetik açıdan (Biraz sonra "estetik " ten ne anladığımı belirteceğim!) yaşanan, yaşanacak anlamların en anlamlılarından biridir! Yine, en belalı anlamlardan biri. Kaygılar, telaş, sıkıntı, hayal kırıklığı ile örülmüşse!

d) Kapının "toplumsal", "töresel" anlamı olabilir. Böylesi bir anlam, benim içinde yaşadığım toplumdaki insanlarla, "başkalarıyla" ilişkime bağlıdır. O kapı, içinde bulunduğum çevre tarafından, ortamına eğitimle ya da ortak yaşamayla, şu ya da bu biçimde öğrenilmesiyle, geçmişten gelen toplumsal özel bir anlamı taşıyabilir. Örneğin, "kutsal bir kapıdır, bir tapınağın girişinde olduğu için. İstenirse, toplumsal özel anlam, geçmişe dayalı özel toplumsal anlam, geleceğe dayalı özel toplumsal anlam (toplumun yüklediği anlamı sonradan öğreneceğim için) olarak ikiye ayrılabilir.

        e) Kapının estetik bir anlamı olabilir. Kapıdan bir sanat ürünü olarak tat alabilirim, algılarken ya da algılama sonrası. "Burada, hayal gücüm de işin içine giriyor, belki (e) ve (d) de anlattığım anlam verme de. Estetik nesneyi, estetik olmayandan ayıran, ilkinin sanal[6] (virtual) mekâna konulabilmesidir, sanal mekân, gerçeklik halkaları içinde "görünmeyen" bir mekândır, örneğin, bir tabloda gördüğüm ağaç, fiziksel yapısıyla, bir boya yığını olarak, gerçeklik halkasındadır; oysa, "resme bakmayı" bilen biriysem, ağacı oradan alıp, sanal mekânımda görebilirim. Düşsel bir mekândır bu. Tıpkı müzik dinlerken (ama, gerçekten dinlemesini becerebiliyorsam) nasıl bir zamanda olduğum gibi. Bunu, estetik anlam vermeyle yaşıyorum. Selimiye Camii hem Edirne'de hem değildir artık. Selimiye Camii bendedir, sanal mekanımdadır, anlam vererek oluşturduğum, yarattığım mekandır. (İnsan, mekân yaratabilen, gerçek mekânın ötesinde, o mekândan kalkarak, mekân yaratabilen bir canlıdır). Estetik anlam verebilme yoksunu insan, yalnızca, gerçeklik halkaları içinde yaşar ve ölür. 0 kafesin ötesine çıkamaz. Belki, "oyun", bu, sanal gerçekliği yaşayabilmemize olanak veren, bir insan etkinliğidir. Çocuk sanal mekânda yaşayabilir. Tiyatroda, sinemada, televizyonda, sanal mekân olanağı vardır. Bu olanağı değerlendirebilme, anlam verme gücümüze bağlı.

f) Ortam-yoğun bir anlam: "Kapıyı", elektronlardan, nötronlardan, pozitronlardan... oluşmuş bir cisim olarak görebilirim. Bir kuramsal bakış sonucu. Bir hekim, hastasını hücrelerden oluşmuş, tedavi edilecek bir "canlı " olarak görebilir...

Bir not: Anlam vermeler bu kadarla bitmiyor. Bu yazının sınırları içinde bu kadarla yetiniyorum. Birçok durumda birbirilerine karışmış durumda olabilirler. Örneğin kaynağını "bedenli- benden” alırlar ama, çevre ve ortamın etkisindedirler.

            3. TASAMDIR TASARIM

Mekânıma tutsak olmamalıyım ne de çevreme, ortamıma, kendime, Yaşanacak mekân ancak böyle tasarlanabilir. Yaratılabilir. Evimi düzenleyebilirim. Evimi: "burada", "benim " olanı. Ama tasarlama bağımsızlığına yeterince erişememişsem, evim beni düzenler, Eşyalar hükmeder bana, çevrem, doğa, başkaları evimi düzenler! (Komşulara hava atmak için, hazin bir züppeliğin; bilgisiz, görüşsüz bir bakışın, toplumda "yüksek " bir yer kazanma isteğinin sonucunda düzenlenen evlerde, içinde bir müze gibi dolaştığınız, sizin sandığınız, aslında, gerçeklik halkalarında, başkalarının olan evlerde, kendine egemen olamamanın, kendi dünyasını yaratamamanın sıkıntısı yaşarsınız. Bu sıkıntı bütün bu söy­lediklerimin farkında değilseniz, alttan alta, başka bir sıkıntı ve endişe kılığında yorar sizi!) "Mekân düzenlemek de bu denli karışık bir iş mi? diyebilirsiniz. Yaşamak kadar karışık. Yaşamanızın düzenlenmesiyle ilgili çünkü, Mekân, çevreye bağlı, ortama. Kültürünüze. Toplumunuza. Bilginize. Kafanızı, günlünüzü, düzenlemenize bağlı. Mekân tutsaklığı, başka bir tutsaklığa benzemez Nereye gitseniz, daracık, sizin olmayan bir mekândasınızdır. Cenderede. Anlam veremediğiniz ya da uyuşuk anlam vermenin sıradanlığında, sıradanlaştığınızı acı acı duyarsınız.

Tasarlamak, çevreye ve ortama takınılan bir tavırla başlar. Bir eylem (praksis) hazırlığıdır. Eylemdir. Doğayı (bedenim de dahil) dönüştürmeye giriştir. Doğa, artık seyirlik bir nesne, korkulacak, üzerinde yalnızca düşünülecek bir nesne de değildir. Doğa, dönüştürülecek, kullanılacak, yeniden düzenlenecek, yararlanılacak, biriktirilecek bir varlıktır. Doğa, bir bölümüyle, yine doğayı değiştirmek için eşya [7] olmakta, araç, gereç, alete dönüştürülmektedir. Yaşanacak bir mekân tasarladığımda (bir ev, bir kent, bir bahçe...) bu eşyayla, bu insan ürünü nesnelerle birlikte, onlar aracılığıyla bir mekân düşünüyorum. Eşya denizinde düşünüyorum, aklıma gelen her şeyi, her durumu düşünemiyorum. Sınırları, kuralları, yasaları var tasarımın. Doğa yasalarını yok sayarak düşünemem. İçinde yaşayan insanın gereksinmelerini çevrelerini ortamlarını göz önüne almalıyım. Sanal mekân peşindeysem, estetik kaygılarım olmalı.

Mekân tasarlamak, farkında olalım, olmayalım, temelinde, bir insan, o insanın yaşayacağı dünya tasarlamaktır. Bu anlamda, mimar, iç- mimar, sanatçı olarak çok ilginç biridir. yapıtı bitirir ve içinde oturur! Diğer sanat dallarında pek bulunmayan bu özellik, şaşırtıcı olsa gerek. İÇİNDE YAŞANACAK SANAL MEKÂNLAR TASARLAYAN kişi, mekânı tasarımın müziğinde oynatan kişi! Merhaba!

Oysa, çoğu kez, mimar, tasarımcı, statükonun çemberinden çıkamıyor. Toplumsal gerçeklik halkalarımızın içeriğini belirleyen güç sahiplerinin terbiyeli bir tutsağı oluyor. Hepimiz de öyle oluyoruz. Evlerimize astığımız resimlerden, üzerinde yazı yazdığımız masaya dek, eşya, alışılmışın, kokuşmuşun, eşya üreticilerinin çoğunluğunun egemenliği altına giriyor. Eşyamızı tutsak ediyorlar. Kendimize yaratacak bir mekân bırakmıyorlar. "Suç" tümüyle onlarda mı? Yaşamaya yüklediğimiz uyuşuk anlamlar içinde, kimin kaygısında mekân yaratmak? Kimin vakti var? Kimin parası var? Yaşanacak mekân peşinde olma, sanal mekânda yaşayabilen, bunun tadını alabilmiş insanların işi. Bu da her zaman, çok para gerektirmeyebilir. Odamızın bir köşesine akıllıca konmuş eşya, yaşama ufkumuzu genişletecek bir küçük düzenleme, başka düzenlemelere hazırlık olmak üzere, yetebilir.

Mekâna verdiğimiz anlam yetersizdir. Özel anlamlar yaratamıyoruz. Toplumsal anlamlar çabucak kokuşuyor. Mekân, çevremiz bize isyan ediyor. (Çevre kirliliği, içimizi kirleten çirkinlik, bizi hasta eden pislik) Bizse isyanda geciktik. Çevremizin hazır verildiğini, bundan dolayı da kolay kolay değişmeyeceğini sanma güdüklüğünden kurtulmalı. Artık, eşyayı zapturapt altına alabileceğimiz, sahiplenebileceğimiz, onunla sanal mekanlar keşfedebileceğimiz, icat edeceğimiz tasarımlara ağırlık vermenin zamanı çoktan gelmiştir.

                4. TASARIMLARI SORGULAMAK

Bu yazımda, "tasarım kavramından, olanca genişliği içinde, insan yaşayışını düzenlemek için gerçekleştirilmesi düşünülen planları, projeleri anlıyorum. Büyük çaplı tasarımlar, örneğin bir kent tasarımı, tek tek bireylerin gücünü aşabiliyor. Gücü elinde tutanların, hükümetlerin, belediyelerin yetkisi altına giriyor. Evimizi, bahçemizi, adamızı tasarlamaksa, öte yandan, sanki birey olarak bizlerin kolayca altından kalkabileceği bir işmiş gibi geliyor. Öyle değil oysa; çünkü, yukarıda da anlatmaya çalıştım, tasarım, kimlerle, nasıl bir dünya yaşamalıyım? "sorusuyla ilintili en genel anlamıyla. Bağımsız bir kafaya, iç dünyaya, biraz da ekonomik güce sahip olamadığımız sürece, yaşanacak mekân a sizi rahatsız edecek eşya girecektir. Eşyanın tahakkümü başlayacaktır. Kullanacağınız eşya sizi kullanacaktır. Şimdi, en genel düşünce tabanında yaşanacak bir mekânın tasarımında, sorulması gerekli soruları sormaya çalışacağım. Sorularım eksik bulunabilir, uygun görülmeyebilir. Mekanımı zenginleştirip, renklendirmek sanal mekanlar yaratmak peşinde olanlar için, yine de göz önüne alınması gerekli sorular olacaktır, sanıyorum.

Çevremden başlayayım: Önce yaşadığım çevrenin iyi anlaşılması gerekiyor. Nasıl bir çevrede yaşıyorum? Çevremde beni rahatsız eden ne? Doğadan, doğanın olumsuz etkilerinden mi geliyor bu rahatsızlık? İnsanlardan mı? Toplumdan mı? Eşyadan mı? Çevrem bana ne ifade ediyor? Yaşadığım mekâna verdiğim anlam nedir? Neden? Kendimi bu çevrede nerede görüyorum? (Şekil l' e bakınız!) Ara mekânda mı yaşıyorum yoksa? Gizil mekânda mı? Hiçbir yerde mi yaşıyorum? Öyleyse, bunun, ortamdan gelen, kültürümden, eğitimimden görgümden, bilgimden gelen dayanakları neler? Ortamla, çevrem arasında boşluk mu var? Bildiğim, düşündüğüm mekanla yaşadığım mekân arasındaki kopukluğun nedeni nedir?

Yaşadığım mekânı, toplumsal gerçeklik halkalarının neresinde görüyorum? (Şekil 2). Örneğin, "onların " mekânı mıdır yaşadığım mekân? Ben-dışı bir mekân mı? Mekân benim neremdedir? (Şekil 3). Bende değil midir yoksa? Toplumun bir rengi var mıdır onlarda? Yoksa, dünya koskoca bir köydür de mekânımdaki eşya, o "herkes için" olan anlamıyla, bana soğuk soğuk bakmakta mıdır? Ya da eşya, yalnızca toplum halkasında tutsak, başkaları için pek de anlam taşımayan özellikler mi içeriyor?

Ortamımda neler eksik? Neler eksik ki, yanlış ki, çarpık ki mekânımın tutsağı oldum? Niçin kültürüme toplumuma, bilgime kafama uygun bir mekânda yaşayamıyorum? Niçin doğru dürüst mekân kuramımız yok? Hangi mekân, hangi coğrafya beni kafamdaki yaşayışa kavuşturabilir? Yaşayacağımız mekân üstüne, neden yeterince düşünmemişiz düşünemiyoruz?

Niçin anlam verişim yetersiz? Anlam verme, gerçeklik halkalarını aşmama yardımcı olan, yaratabileceğin mekânın en devingen öğesi olduğu halde, neden uyuşuk bir anlamla yetiniyorum?

Bütün bu soruların ışığında, eldeki tasarımlar da benzeri sorgulamalardan geçirilebilir. Eldeki tasarım, beni çevreme ve ortamıma tutsak edebilir mi? Hangi noktalarda? Neden? Bu tasarımı hazırlayanlar kimler? Ne adına, nasıl bir dünya ve insan için hazırlanmış bu tasarım? Ve ne zaman insan kendi geleceğini, kendi mekânını, kendine yakışır bir dünya için düzenleyebilecek? Yoksa, insanın içinde yaşadığı "mekânsız mekân", yaşamaya yakışmayan mekân, insanın hak ettiği bir mekân mı?

Bu soruları ve diğerlerini okurla birlikte düşünü düşünüverelim. Düşünce tek başına yetmez, mekân yaşamak bir eylem (action) ile başlar, eylem de düşünceyle.

 

 


[1]Maurice Merleau-Ponty'e göre, bedenim, onunla nesnelerin var olduğu şeydir. Nesnelerin koşuludur. Phenomenology of Perception, İngilizceye çeviren C. Smith, London: Routuledge and Kegan Paul, 1962 (1945

2. Mekân hakkında, edebi bir dille, benzetmeler kullanarak konuşmanın felsefi sezgiye feno- menolojik anlamda sağladığı olanaklar için G. Bachelard'ın The Poetics of Space (İngilizceye çeviren, M. Joles, Boston: Beacon Press, 1964 (1958) adlı yapıtına bakınız.

[3] Bir gözlem: Form "gerçekliğin" üstünde değil, içinde. (Bu "içinden" ne anlıyorsak!)

4.Bu yanıtımda, benzetmeli bir deyim olan zaman akışı üstünde durmayacağım.

5.Çevre ve çevrede bulunanlar da birer kavram değil mi? Gerçeklik halkaları bilgimize göre çizilmiyor mu? Algımızda bilginin rolü yok mu? Çevrede bulunanlar, bir oluş, bir değişme içindedirler. Peki, kavramlar da değişmiyor mu? Kavramların kullanılışı değişiyor. Gerçeklik halkaların içi, içeriği değişiyor. Yoksa, onlar hep aynı yerdeler. Zamanın "akmadığı" bir yerde. Algımız, bilgimizin kullanılışına göre, değişiyor, nesnesinin değişmesinin yanında burada değişenle değişmeyen iç içeliğine dikkat edilsin!

[6] Sanal mekân (virtual space) kavramını, kendi görüşüm içinde değişikliğe uğratarak, S.K.

Langer'den aldım, bu konuda, özellikle, 'onun şu kitaplarına bakınız. Feeling and From, New

York: Scribner's sons, 1953; Miıd, an Essay on Human Feeling, I. ve II. ciltler, Boltimore: The

Johns Hopkins University Press, 1967 ve 1972

[7] Eşya, Arapçada "şey"in çoğuludur. Osmanlıcada, kullanılan, üretilen nesne anlamını kazanmıştır.   Giderek dilimizde sözcüğün kökenine göre, yanlış sayılacak biçimde kullanılmaktadır. "Eşyaların hazır mı?" gibi.

18 Mayıs 2023, 20:26 | 272 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*