AKILLAR ÜSTÜNE
AKILLAR ÜSTÜNE
DENETLEYEN AKLIN DENETLEDİĞİ
Nasıl bir düşünce yapısı, nasıl bir tavır alış, nasıl bir kavrama biçimi, teknolojiyi doğuruyor? İnsan aklının hangi özelliğinden çıkıp geliyor hayatımıza teknoloji?
İnsan, denetleyen bir varlık. Var olabilmek için. Geçmişi denetlemeli, tehdit olmasın diye geleceğine. Dünya görüşlerini, ideolojilerini, inanç düzenlerini bu amaçla düzenlemeli. Eğitimi yönlendirmeli. Şimdiyi denetlemeli: Gereksinimlerini karşılayıp, yaşamı sürdürebilmesi için. Geleceğini denetlemeli: Yok olmamak, geleceğe kalmak için. Denetlemeden yaşayamıyor. Yaşamını 'elinin altında' tutmak istiyor. Salt insana özgü bir özellik değil, denetlemek, kimi hayvan türlerinde de görüyoruz: Kendilerine yaşam alanları yaratıp, onları denetliyorlar.
Nasıl denetliyor insan? Düşünmesini, düşünceler arasındaki ilişkileri, alışılmış anlamıyla akıl yürütmelerini sağlam 'temellere', kurallara bağlamak istiyor. Mantık ve matematik, köken olarak denetleyen aklın ürünleri. Sağlam düşünürse, hem ruhsal olarak kuşkularını denetleyecek, zapt u rapt altına alacak hem de çevresiyle olan savaşımında, düşünceler arasında kurduğu ilişkilerdeki yanılgılarını azaltacaktır. Düşünme sürecinin çıkış noktalarını, ara aşamalarını, sonuçlarını denetleyecek, denetlemek için yol yordam geliştirecek, kurallar, düzenler oluşturacaktır.
Hesaplayacak, ölçecek, kendini güvence altına almaya çabalayacaktır. Tehlikelerden uzak, emniyetli, önceden görmek isteyen bir yaşam için bilgilerini sistemleştirecek, denetim altına almaya çabaladığı düşünce düzeniyle, sistemli bilgilerini kullanacaktır. Bilgi sistemini denetleyecek, yenileyecek, sağlamlaştıracaktır. (Bilim!)
Bilgi ve düşünce denetim altına alınınca, insan ilişkileri, insanların birarada bulunduğu toplulukların, toplumların yönetimi, güvence altına alınmak amacıyla denetlenecektir. Bilgi, düşünce, toplumsal ve siyasal ilişkiler ağı, denetleyen aklın çabalarıyla, varolma uğraşında, yönlendirilmeye çalışılacaktır. Bu açıdan, insan aklının denetleyici boyutu ya da denetleyen akıl, bilimin, mantığın, matematiğin, geleneğin, eğitim düzeninin, yönetimin ortaya çıkışında etkin bir güce sahiptir. Denetleyen akıl, giderek etkisini artırarak, bir silâh, bir askerî güç, bir ekonomik yapı, bir gelenek, bir ahlâk normu olarak hayatımızda önemli yerini alıyor.
Bilim ve teknoloji, bugün denetleyen aklın, doludizgin at koşturduğu alanlar durumunda. Denetleyen akıl, çerçeveleri, paradigmaları seviyor. Yaşamı kurala bağlamak istiyor. Üstüne basıp yürüyeceği 'temeller', 'güvenceler' olmadan yola çıkmıyor.
Aklımız, yalnızca denetleyen akıldan oluşmuş değil. Akıl, özellikle Aydınlanma felsefesinin sınırları içinde, bir özerklik, bir özgürlük alanı. Her zaman denetlemiyor. Her zaman baskı uygulamıyor. Her zaman kanıtlamak, açıklamak, önceden görme tutkusunu taşımıyor. Denetleyen aklın azgınlığı, aklı ele geçirmeye kalkışması, teknoloji-bilim birlikteliğinin oluşturduğu düşünsel, kültürel ortam, denetleyici aklın kardeşlerim gözardı ediyor.
Beslendiği sosyo-ekonomik ortamda, başını alıp gitmiş denetleyen aklı 'denetleyecek' ya da bir biçimde dengeleyecek aklımız var mı? "Bu ortamda, denetlene denetlene sürüklenip gittiğimiz bu dünyada, insanda hiç akıl mı kalır?" diyeniniz var mı?
TEORİK AKLI ANLIYOR MUYUZ?
Teknoloji kavramı, içinde farklı boyutlar taşıyan, kullanırken dikkat etmemiz gereken bir kavram. En azından üç boyutuna dikkat çekmek isterim: Teknoloji, bir süreci içeriyor, bir üretim sürecini: Tasarım, tasarlananın meydana gelmesi için atılması gereken adımlar, bu adımların sonucu olarak ortaya çıkan ürün. İşte ürünler, teknolojinin ikinci boyutunu oluşturuyor. Süreç ve ürünün gerçekleşebilmesi için bilgiye gerek var. Teknoloji, kendine özgü bilgiye sahip, üretim bilgisine, üretimle ilgili sorunların çözümlerine ilişkin bilgiye. Bu bilgi, insanlar arası ilişkilerin yürütülmesine ilişkin bilgiden (praksis!), bilimsel bakışın temelinde yatması gereken 'teorik' bilgiden, kendimizi katmadan seyretme bilgisinden farklı. İmâl etme, meydana getirme bilgisinin (poesis!), teknolojik bilginin, denetleyen aklın eline geçmesi, teknolojinin gittikçe artan bir ivme ile büyümesine yol açıyor. Teknoloji elindeki olanaklarla, ürün olarak, emek olarak, bilgi olarak denetleyen akla destek veriyor. Denetleyen akıl da karşılığında teknoloji yoğun bir yaşam biçimine destek sağlayacak bir 'zihniyet'i, yaşam biçimini, tavır alışı insanların varoluş alanının içine sokuyor.
Biraz, 'Hegelgil' açıklamalarla varmak istediğim hedef: İnsan aklının çok yönlülüğünü, boyutlarını, bileşenlerini gösterebilmek. Bugünkü teknoloji yoğun yaşamımızın olumsuzluklarının ardında yatan 'akıl kısırlığı'nı anlatmaya çalışıyorum. Akıl alanını, denetleyen akıl ele geçirdi. On dokuzuncu yüzyılın o güzelim teorik aklı, ilk çağların meraklı, çocuksu, masum görünüşlü teorik aklı, giderek hayatımızdan çekilmekte. Bilim yapan akıl, hakikati arayan, soruşturan: Büyük kuramların eksikliğinin ardında da biraz bu yatıyor. Teori ortaya koyacak, teoriyi yaşayacak, düş gücüyle dolu, düşünme serüveninin belirsizliğinden, tehlikelerinden korkmayan yiğit kuramcıların yaşama alanları ortadan kalkıyor. Nerede, noesis Noeseos, düşünmek için düşünmek? Aristo'nun gözündeki en yüce mutluluk, seyrederek anlama sabrı, sevgisi, inceliği? Karıştırarak, karışarak, elleyerek, bozarak, çarpıtarak, dürtiikleyerek; anlamaya, bilmeye çalışıyoruz, denetleyerek bilmeye (laboratuvar deneyleri!). Açıklamaya, anlamaya çabaladığımız olgular, denetlemeye çalıştığımız, çıkarlarımız, toplumsal, ekonomik, kültürel, sınıfsal, cinsel konumumuz doğrultusunda bilgimizin içinde yer alıyor. Bilgi güçtür, evet. Bilgi, çıkarlarımızdan bağımsız değildir, evet. Bilgi, denetleyici aklın etkisinden tümüyle bağımsız olamaz, evet.
Seyrederek bilme, huşu içinde, derin düşüncelerle, bilmenin, anlamanın zevkiyle bilme, seyir bakışıyla, araya uzaklık (soğukluk değil!) koyarak bilme, seyredilenin örtüsünün açılmasından (Eski Yunanlıların 'a-lethia' dediği, doğruluk, hakikat) elde edilen bilme de bilgi alanında. Seyir, bir 'görme', bir kavrama biçimi olarak 'karışmadan', 'yönlendirmeden'; kavramlar arasında, kavramlar oluşturarak gezinme tutumu. (Platon'a gidiyor, kökleri!) Teorik akıl, görünenin ardındaki görünmeyeni, değişenin ardındaki değişmeyeni arama çabası. Varsayımlar üretme, doğrulamasını denetleyen akla bırakarak. Teorik akıl ürperir, yönelir; denetleyen akıl ona teleskop, mikroskop, uzay aracı, matematiksel dil sunar... Metafizik açıklamaları en yoğun biçimde arayan aklımız, teorik aklımız. Seyir aklımız. Şaşan, çocuksu içtenliğiyle hayret eden aklımız. Özgür, sınırsız, çeşitlendirmeler, düşünce deneyleri yapan aklımız. Teorik uzaklığın sağladığı kavrama, insan aklına derinlik getiriyor. Elbette 'denetleyen' yanı, 'anlayan' yanı olmadan işlemiyor teori: Yine de teorik akıl gözü olanlar için matematiksel, mantıksal yapıları, örneğin Husserl'in 'kesin' bilim arayışlarını, 'özleri görme çabalarını seyretmek, doyumsuz 'theoria' tatlarıdır. Aklı tatmaktır. Teorik aklın şiirini unutturmamalı, teknoloji yoğun yaşam bize.
Çağımızda akademik yaşam, piyasa bağımlı olduğu için, teorik aklın pabucu dama atılıyor: "Hayaller kurup, kuramlar üreteceğim, bunlar teorik aklın şiirleri olacak" dediğimde, oluşturmaya çalışacağım salt seyirsel kavrama projeleri için hangi kurum bana para verir? Hastalıkları iyileştirmeyen, silâh yapımına, siyasal güç elde edilmesine, ekonomik kazanç kapısı açılmasına yaramayan bilgi, artık bilgi sayılmıyor pek. Yüzlerce yıl önce de öyleydi, belki. Teorik aklın böylesine ayaklar altına alınmasına, teorik aklım bir türlü razı olmuyor. Anlayan aklıma gidip soruyorum: "Anlıyor musun bunu aklım, anlıyor musun?"
AKLIN BÎR RESMİ
Çağdaş insanın aklını yaşayışında sorunları var. Post-modernist arayış, bunun bir göstergesi. Ben aklı, birçok bileşenden oluşan bir bütünlüğe benzetiyorum. Organik bir bütünlüğe. Parçalarından fazla olan. Parçalarının içinde olan. Bu sözlerimi, ileriki yazılarımda daha da açabilirim. Akıl genişliğini yitirmemeliyiz. Aklın sınırları elbette var, sınırları içindeki akılla hesaplaşabilmek, aklımızı yaşayışımızdaki sorunları saptamak gerek. (Bir eski psikiyatri profesörü, bu tür konuşmalarıma şiddetle itiraz edip, hiddetle, "Senin gibi konuşanları biz içeri tıkıyoruz." demişti. Demek ki bu hocanın da aklıyla zoru yok!) Aklımızla zorumuz olmalı. Akıl hastalıklarından söz edip, nice kuramlar oluşturuyoruz da, akıl sağlığı, sağlıklı akıl nasıl bir şeydir sorgulamıyoruz pek. Akıllı insanlar olarak, cümlemiz aklın ne olduğunu bildiğimizi sanıyoruz. Aklımızı dert etmiyoruz nedense. Felsefede son yıllarda belli çevrelerde tartışma konusu olan 'ussallık’ (rationality) sorunu, bir açıdan, aklı, akılla temellendirmek, bilimi akıl ışığında yeniden kurgulamak amaçlarını da taşıyordu. Temellendirme, sağlamlaştırma, haklı kılma, hesabını verme uğraşı, temele 'aklı' koyma çabasıydı. Akıl bir destek, akıl bir güvence, akıl bir 'emniyet' idi. "Yaşasın"dı, akıl!
Hangi akıl? İşte bunu soruyorum. Teknolojiyi, onunla bütünleşmiş bilimi, bu ikisinin içinde yer aldığı yaşamı sorgularken, anlamaya çabalarken bir akıl tutulmasın a uğradığımızı düşünüyorum. Bu terimi şu anlamda kullanıyorum: Akılla aramıza, denetleyen akıl giriyor! (Güneşle aramıza, ayın girişi gibi!) Bu benzetme, tuhaflıklar taşımıyor değil ama, denetleyen akıl, toparlayan akıldan kopup, bağımsız bir gezegen olarak insan yaşayışıyla ortak akıl arasına giriyor!
Toparlayan akıl, ikisini önceki yazılarımda açıkladığını (denetleyen ve teorik akıl) yedi akıldan, aklın yedi bileşeninden oluşuyor. Bu akıllara şu adları veriyorum: Denetleyen Akıl, Teorik Akıl, Anlayan Akıl, Eleştiren Akıl, Şiirleyen Akıl, Erotik Akıl, Bağlanan Akıl. Bu akılları tek tek açık kılmaya uğraşacağını. Böyle bir 'akıllar konfederasyonu' birçok arkadaşımı kızdırabilir ya da güldürebilir. Benim de amacım bu. Akılla zorumuz olduğunu hatırlatmak. Aklı yaşayışımızda derdimiz var. Aklımız tutulmuş. (Hıçkırığa tutulmak gibi mi? Aklımıza kalıpları kırarak bakma gereğini söylüyor bana Eleştiren Aklım!) Denetleyen aklın baskısı altında. Akılların âhenkli çalışmasını, biraradalığını, 'orkestrasyonunu', ortak akıl, bu akıllar arasında iletişim kanalları kurup, iletişim olukları döşeyerek, sonuçta iletişim ağı oluşturarak sağlıyor. Çağımızda denetleyen akıl, kurduğu post-modernist tuzakla aklın yadsınması yolunu açıp, aklın diğer öğelerini, 'kardeşlerini' ortadan kaldırmayı deniyor. Şiiri, Eros'u aklın dışına atıp yüceltmeye çalışıyor. Önceleri bunu, onlar isteme ya da istençtir (Almancada Wille) diye, akıl alanından sürmeye çalışmıştı. Hegel'le birlikte 'akıl kardeşler* (aklın bileşenleri) bir şölen, bir 'sarhoşluk' yaşadı. Gerçek olan her şey akla dönüştü. Husserl, teorik ve anlayan aklı, denetleyen aklın yerine koymaya çalıştı.
Burada akıl kardeşler açısından düşünce tarihini yorumlamak değil işim. Akıl zor bir serüvenin başında: Anlayan akıl, kardeşlerini gördü, tanımaya çalışıyor. Aklın birliğinden kuşku yok, noetik (akılsal) bir şizofreni falan da yok ortada, bir resim sunmaya çalışıyorum düşünenlere. Merak eden, eğilip bakar.
ANLAYAN AKLIN SINIRLARINDA
Anlayan akıldan umudum var. Çünkü o, yapısı gereği, denetleyen ve teorik akıldan farklı anlıyor. Denetleyen akıl, bir yanıyla, araçları kullanarak hedefe ulaşmak için anlıyor. Yarar için, çıkar için, sonuca varmak, denetlemek için anlıyor. Denetleyen aklımla bir dostuma, "seni anlıyorum" dediğimde, bir "hesaba göre" anlama kaygım işbaşındadır. "Onu, o olduğu için" değil, onun kendi hayatımda tuttuğu yer açısından anlama söz konusudur. Kullanmak için, sömürmek amacıyla, ikimizi de aşan 'değerler' için denetleyici anlamadan söz edebiliriz.
Teorik anlama, bir kuram çerçevesinde anlamadır. Bir kuram oluşturmak ya da oluşturulmuş kuram açısından, bir 'kuramsal uzaklıkla' anlamadır. Yine bir dostuma "seni anlıyorum" dediğimde, teorik anlama açısından, onu bir sosyoloji, bir sosyal-psikoloji, bir kendilik (self) psikolojisiyle ya da bir psikiyatri kuramıyla anlamam söz konusudur. Bir matematikçinin oluşturmaya çalıştığı bir kuramda, kurmaya çalıştığı bir modelde ya da başarmaya çabaladığı bir kanıtlamadaki zorlukları anlaması da bir kuramsal (teorik) anlamadır.
Burada, teorik anlamayla denetleyici anlama arasında her zaman, kolayca ayırım yapamama zorluğundan söz etmeliyim. Para kazanmak, ün sağlamak, politik, toplumsal, ruhsal 'yatırımları' gerçekleştirmek amacıyla teorik anlama, denetleyici anlamayla ör- tüşüyor. Teorik kaygıların ardında denetleyici kaygıların yatmadığını, ilkece söyleme olanağımız yok gibi görünüyor.
Yine de, belirgin örneklerle teorik ve denetleyici aklın sınırları içindeki anlamalar arasında ayırım yapabileceğimiz durumlar vardır. Böylesi bir ayırımı, anlayan aklın anlamasıyla teorik aklın anlamlısı arasında da yapabiliriz. Yine o dostuma, anlayan aklımla "seni anlıyorum" dediğimde, "seni sen olduğun için anlıyorum" demek istiyorumdur. Alışılagelmiş bir deyimle, bir 'empathy' anlamasıdır bu, yürekten, kalbî anlamadır. Kimi zaman, Batı kültür tarihi içinde anlama, insan ilgili 'bilimlerin' 'yöntemi' olarak görülmüştür. 'Uzaklığın' olmadığı bir anlamadır bu. Doğayı anlama, teorik akılla sağlanabiliyor ama, insan, 'teorik uzaklıkla' değil, anlama 'yakınlığı' ile anlaşılabilir, savları söz konusudur. Anlayan akıl, bana sorarsanız, hem 'doğa'yı, hem insanı kavrayabilir. Doğanın salt kuramla anlaşılması, doğanın anlayabileceğimiz her şeyinin anlaşılması demek değildir. İnsanın da, doğanın da teorik akılla, bir anlamıyla bilimle kavranacak, anlaşılacak özellikleri vardır. Anlayan aklın anlaması, teorik anlamayı dışlayan bir anlama değildir. Teorileri içine gömülmüş bir fizikçi, teorik anlamasını 'anlayan anlamayla', bütünlemiyorsa, bana göre, bu anlamada bir eksiklik var demektir. Anlayan anlama, teorik çerçevelere sıkışmış, uzmanca darlıklardan bizi kurtaracak, ufkumuzu açacak anlamadır. Bir hekimin hastasını 'insan olarak' görüp anlaması da bir anlayan anlama olabilir. Bu kısa yazı çerçevesinde imâ etmeye çabaladığım anlayan aklı, anlayan aklın anlamasını da anlamak, yine, bir biçimde, 'anlayan anlama' olmayacak mıdır?
İnsanları anlamayan psikologlar görmediniz mi? Ben felsefeden anlamayan felsefecilerle yaşıyorum. Belki, ben de öyleyim. Yüreğimiz işbaşında değilse, bilgimizle bütünleşememişsek, bilgimizi yaşamıyorsak, 'anlama uzmanı' gibi bir diplomamız bile olsa, üzerimizden akıp giden bilgimizle 'anlama kıtlığı' yaşıyoruzdur.
Eğitimimiz anlayan aklı, büyük ölçüde anlayamıyor. 'İstendik davranış'lar gösterene "hah, anladın!" diyor, sınıflarını geçiriyoruz. Başka bir yolumuz da yok gibi görülüyor. Sorulan sorulara yanıt vermiş, verdiğimiz ödevleri zamanında, doğru olarak yapmış, çalıştırılması gereken âletleri çalıştırmış, deneyleri gerçekleştirmiş, ameliyatları başarmışlar. Uzman olmuşlar. Gözlerine baktığım zaman şunu görüyorum: Beni insan olarak anlayamamalarının özrünü, ayıbını, uzmanlıklarının ardına sığınarak kapamaya çalışıyorlar.
Önümüzdeki yüzyıl, bakalım, anlayan akıl(a) neler yapacak?
AKILLA ZORUMUZ NE?
Akılla zorumuz var, akıldan zorumuz yok. Akıl teorilerinden, akıl betimlemelerinden, bilimde, mantıkta, günlük yaşamda akla gösterilen yerlerden zorumuz var. Aklı ne küçümsüyor ne de yadsıyoruz. Orada o. Onun üzerine konuşulanlardan, yazılanlardan rahatsızız. Neden?
Bakın, Aristoteles, klasik mantığın kurallarını ortaya koymadan, Herakleitos Logos’tan söz etmeden önce, insan, aklını kullanmıyor muydu? Aklıyla yaşamını sürdürüp, doğayı, yaşadıklarını açıklayabiliyor, yorumlayabiliyordu. 'Akıl'la, akıl üstüne söylediklerimizi birbirinden ayırmak gerek. Zorumuz söylenenler üstüne. Mantık okuduğumuz için akıllı değiliz, aklımız olduğu için mantık okuyoruz. Mantık, kendinden önceki, yüzyıllarca süren insan düşünme etkinliğini kristalleştiriyor, bu etkinliğin modelini oluşturuyor. Mantık, tümüyle, tamı tamına, insan düşünme süreci her neyse, onu yansıtamıyor; bir resmini sunuyor yalnızca. O resimden yararlanılarak düşünmenizi geliştirebilirsiniz, böylece mantıktan yararlanma olanağına kavuşmuş olursunuz. O resmi gören, inceleyen, 'okuyan', anlayan herkes 'doğru düşünme'yi, 'aklını kullanma'yı öğrenemeyebilir; öğrense de uygulayamayabilir. Akıl, teorilerden, onun adına ortaya konmuş kurallardan, ilkelerden, sistemlerden daha fazladır. İşte, teori öncesi akılla bir zorumuz yok. O, orada.
Batı insanı, yaşadığı yaşamı gözden geçilebilmiş, tartışmış, kendi deneyimlerinden, birikimlerinden yola çıkarak, yaşamını değerlendirmiş. Bu çabasında, düşünsel süreçlerinin temeli olan 'akl'ın yorumlarını yapmış; akılla bilim, akılla ahlâk, akılla sanat arasında ilişkiler kurmuş. (Örneğin, Kant) Ortaya koyduğu akılla, kendi hayatına ışık tutmaya, kendi hayatını yorumlamaya çabalamış. Bize felsefe kitaplarında anlattığı akıl, kendi yaşam birikiminden, deyim yerindeyse kendi yaşama dünyasından (Lebenswelt!) gelen akıldır. Kendi yaşam biçiminin ortaya çıkardığı akıldır. Doğrusu, akıl teorisidir.
Dikkat edilsin, burada safdil bir akıl göreceliği yapmıyorum. Teori öncesi aklın ortaklığından kuşkum yok. Bu teori öncesi akıl, farklı teorilerle anlatılıyor; bu teoriler dayandıkları kültürel, politik, ekonomik, ahlâksal çerçeveler içinde sunuluyor. Kaynak bir, resimler farklı.
Kendi yaşama dünyasından yola çıkarak, kendine özgü bir tavırla, kendinize özgü akıl kavramını ortaya koyabilen insan, akıl- yaşam bağını kurabilmiş bir insandır. Aklı yorumlayabilmek, akıl modelleri oluşturabilmek, bu modellerle düşünebilmek, eleştirebilmek insan aklının büyük bir başarısı.
Bizim gibi ülkelerin trajedisi burada: Yaşamamızdan kaynaklanan, onun pınarından akıp gelmiş düşünme teorilerimiz yok. Yaşamamıza yakışan aklımız yok! (Tersi de doğru: Aklımıza yakışan yaşamamız yok.) Çünkü akılla derdimiz yok, akılla zorumuz yok. Akıl budur demişler, buyur edip almışız. Bize sunulan akıl resmini akıl sanmışız. Peki, resim olmadan aklı anlayamaz mıyız? Hayır! Hangi resim doğrudur? O resimle düşünür, uygular, görüşler oluşturur, yapıtlar yazar, tartışır, bakarız. Resmimizi daha önceki resimlerle karşılaştırırız. Yaşamımızı yansıtıp yansıtmadığına, ona yakışıp yakışmadığına bakarız. Resmin doğurganlığı, yani, kültürümüze, diğer kültürlere etkisi, bilimde, sanatta yarattığı fırtına, resmin değerim belirler. Onun kültürel bir güç oluşu, örneğin, tartışma yaratışı, karşı çıkan insanların sayısının çokluğu, yeni resimlere esin kaynaklığı yapabilmesi, resmin etkinliğini belirler.
Bu topraklarda yaşayan insanların kültürünün, kültürlerinin, dünya kültürü içinde kendine özgü yeri olacaksa, bu yerin oluşumunda, düşünce etkinliklerinde de payı gözetilecekse, aklın bu topraklardaki yaşama uygun yorumlarının yapılması, kendimize özgü bir yaşamda, kendimize özgü akıl tasarımıyla ilgili kaygılarımızın olması gerekir. Aklımızdan kaygı duyup, bu akıl, bu yaşama uygun mu diye sorabilmeliyiz. Bu soru aklımızın ne olduğunu, yaşamanın ne olduğunu yeniden gözden geçirmemize yol açar. Aklımızı, akıl yorumlarımızı, yaşamamızı daha canlı, daha yeni, daha heyecanlı yaşayabiliriz böylece. Aklıyla zoru olmayan aklı, yaşamın olanca zenginliği ile kendini donatmış akılın gücü ile tahtından indirmeliyiz. Kendini yeniden kurgulamaya, inşa etmeye çalışan aklın kapılarını, pencerelerini açıp onu havalandırmalıyız. Kentin boğucu havasıyla birlikte, dağların çiçek kokan havasını da içine çekebilmelidir.
ŞİİR ve AKIL
Şiirin, şuuruna sahip olmayan akıl, bilim de yapsa, teknoloji de üıetse eksiktir. Batı dillerinin birçoğunun köklerine inildiğinde şiir, bir meydana getirme (poiêsis) sürecini içerir: Heidegger Usta, biraz da o nedenle teknolojinin pınarında şiiri buldu. Bizim Arap kökenli 'şiirimiz'de, algılama vardır, bilinç, şuur. Şiir, belli bir bilinç durumu ile yaşanabilir. Batı insanının aklı şiirini arıyor. Bizimki, bir gaflet. Zaten, aklımız şiir. Farkında değiliz, şiir gücümüzün ayırtına varamamışız. Şiirdik, baştan aşağı. Büyük ölçüde, İran'dan devşirdiğimiz şiir sesiyle geçti, İmparatorluğumuz. Şiiri yapayalnız bıraktık. Şiir ancak şiir olmayanlar arasında kendini gösterir. Bizde akıl, şiirledi. Tasavvufla. Yalnız tasavvuf değil elbet, hayat bir şiirkürede geçti. Doğrusu, yaşanan gerçek, şiire dönüştürüldü. Şiir içinde yaşayan Osmanlı münevveri, şiirsel tek seslilikte boğuldu. Şiiri, şiir olmayan besler. Alelâde, şiire karşıdır, sıradanlık, yozluk, vasatî olan, ortalama olan, ortalıkta olan. Bunların hepsi karşı şiirdir. Karşı şiirdir ki şiiri besler. Şiirin kalbi, şiiri yıkmaya çalışan güçlerle atar. Alelâdeyi, sıradanlığı, esir edip, onu şiire râm ederseniz, şiir karşıtını yok etmiş olur, karşıtıyla beslenemez. Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'de dediği gibi: "Bu dünya cefâkâr- dır, sen de ona cefâ et; ona ne kadar cefâ edersen; o da sana o kadar râm olur" (çev. Reşid Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988, s. 3088). Osmanlı'da şiir hayata cefâ etmemiştir. Doğrusu, dîvân şiiri, dar bir çevrede hayatın cefâsıyla karşı karşıya gelip, yüzleşememiştir. Hayat şiirlenememiş, şiir hayata karışamamıştır. Elbette, şiiri, şiirküre de (havaküre, suküre gibi!) yaşayanlar vardı, hayatı da öyle yaşadılar. Bu, sırça saray içinde bir şiirdi.
Şuur şiire, şiir şuura girmeli. Kolay değil oysa. Şiirden irkiliyor. Şiir kolayca, denetleyen aklın yönetimine girebiliyor. Şiir, kolayca manzumeleşebiliyor. Yine Kutadgu Bilig'de şairler için söylüyor: "Bunların dili kılıçtan daha keskindir ve kalplerinin yolu ise kıldan incedir" (4393). "Derin ve ince mânâlı sözler anlamak istersen, sözü bunlardan dinle, anlarsın" (4394). Burada şiir yazanlar arasında, şiirler arasında ayırım yapılmaksızın övgü yoluna başvuruluyor. Şiire, 'söz' olarak bakılıyor; yalnız sözü söyleyenin kalbi olması gerekir: Söz kalpten çıkar: Gönülden. Eskiler sözü ikiye ayırırlardı: Kelâm-ı lafzî ve kelâm-ı nefsî. İlki, sözcüklerle söylenen sözdür. Yüreğinizle ilişkisi yoktur. Yüreğinizin yarılması, kanaması söz konusu değildir. Profesyonel söz söyleyiciler, şiir taklitçileri, söz taşeronları, sözcük operatörleri: Kutadgu Bilig sizi söylemiyor. Sözden yüreğe, kalbe, kalpten söze varamayanlar. Şairimsiler. Şuur yoksunları. Söz simsarları. Dünyanın kirliliği yalnızca havada, suda olmuyor. Sözcükler kirleniyor. Şiir. Çünkü, gerçekliğe açılan şuurda, şiir ateşi yanmıyor. O zamanlarda mı yanmıyordu? (Bundan yaklaşık 1000 yıl önce!) "Ey kardeş bunlara mümkün olduğu kadar iyi muâmele et; Ey dost, bunların diline düşme" (4397). "Bunlar ne isterlerse ver, hiçbir şeyi esirgeme; böylece bunların dilinden kendini satın al" (4399). Korkuluyor, şairden. Şimdiki çılgın medyadan korkulduğu gibi; susturmak için onları, para ver, ağızlarını kapasınlar, deniyor! Şiir, hayata sataşıyor demek ki. Platon'un kızgınlığı boşuna değil; şair aklı bu, sağı, solu belli olmaz.
Denetleyen akim, dışında, onun gözünde pek de güvenilmez bir akıl, şiirleyen akıl. Zaman zaman uyumlu görünüyor, yönetimle sıcak ilişkilere giriyor. Uslu, 'cici' şiir oluyor. Zaman zaman başkaldırıyor.
Şiirin bakışı farklı çünkü. Yarattığı korku da ondan. Hesabı olanlara, denetleyenlere, güç sahiplerine, düzen koruyucularına, başıbozuk görünüşü, bu farklılığından. Bu ölçüye tartıya gelmeyişinden. Ölçüye tartıya gelmeyişteki, ölçü ve tartı, diğer akılların, denetleyen, teorik aklın ortaya koyduğu ölçü ve tartıdır. Şiirin ölçüsü kendi içindedir: Şiirleyen aklın ölçü ve tartışıdır. Dışarıdan bakılınca, sanki bunun belli bir matematiği varmış gibi görünür. (Aruz vezni, hece vezni gibi...) Bu matematiğin altında, şiirleyen bir akıl vardır. Her ölçüyü, her uyumu, her düzeni teorik aklınızla kavramaya kalkarsanız, şuurunuzun bir yanıyla kavrarsanız. Evrenin düzenindeki şiiri, dışlamaz bilim. Elbette kendi dili vardır. Bu dili anlayanlar, satır aralarındaki, matematiksel formüllerdeki, kavramsal bağlantılardaki şiiri görürler. Duyarlar.
Kaldı ki, şiirin, matematiğin dışında da kendine özgü dili vardır. Evren, sırlarını yalnızca matematik formüllerle açmaz, şiir olarak da açar.
AKIL ŞİİRLER Mİ?
Şiirler... Aklın, şiirleyen bileşeni vardır. Akıl şiirler. Şiir sunar gerçeğe. Gerçekteki şiiri görür. Gerçekte gizlenmiş şiirin örtüsünü aralar. Şiirini yaşar gerçeğin. Şiirini yaşantılar. Şiir bir yaşantıdır çünkü, içimizde duyduğumuz bir 'tecrübe'.
Teorik dille anlatılabilseydi, denetleyen aklın diliyle. Eksik anlatılabilir. Özürlü. Bir zamanlar edebiyat derslerinde, şiir düz yazıya çevrilerek açıklanırdı. Hâlâ öyle mi, bilmem. Şiirin, mantığını böyle anlayamazsınız. Şiir, şiirse. Manzume ise, mantığı düz yazıya uyabilir.
Elbette, her 'dizeli' yazı şiir değildir. Şiiri, şiir kılan nedir öyleyse? Gariptir, düzyazıyla anlatabilmek olanaklı görünmüyor şiiri. Öyleyse, ne bulunmaz bir olanak olmalı o, düz söyleyişlerin ötesinde! Sakın ola, bir şiir gizemciliği yaptığım sanılmasın! Şiirin gizemi, zorlanmış bir gizem, uydurulmuş bir gizem değildir! Şiirin gizemi, gerçeğin gizemidir. Gerçeğin gizeminde, uydurulmuş, 'kötü' anlamıyla, gizemli bir şey yoktur. Şiir, denetleyen aklın tam karşısında durur, karşıtıdır. Hınzır değildir şiir, sömürgen değildir. Şiir yaşantısı bir açılmadır: Önceden tasarlanmamış, hedefleri belli olmayan bir açılma, bilinmeyene doğru. Denetleyen aklın, hesapları, planlan, doğrulamaları, ele geçirmeleri yoktur onda: Gerçeğe kendini bırakmadır. Teslimiyettir, bir çeşit. Dile getirilemeyene, anlatılamayana açılmadır. Tuhaf, bir sonuca varabilirim buradan: Şiir yaşantısı, şiirsel anlatımsız da olabiliyor! Anlatım somadan gelir: Sözle birlikte değildir, şiir yaşantısı. Söze dökülebilirse, şiir olur. Dökülemezse yaşarım, sadece. Okur da şiiri yaşar. Şair de. Şiirleyen akıl, salt şaire ait değildir. Gerçekle şiirsel ilişkiye geçebilen, şiirleyebilen, kendini anlatılamayana, bilinemeyene açabilen, bırakabilen, gerçeğin bütünlüğünü duyabilen, şiirsel aklıyla yaşayabiliyor demektir
Şiir yaşantısı, sözcüklerle yaşanmadığı gibi, özne olarak da yaşanmaz. Bu yaşantıyla gelen, belirli bir nesneye ilişkin malumat yoktur. Şiirle, yeni nesneler algılanmaz. Şiirle, nesnelere yeni bir ışık tutulur. Farklı görünür, nesneler şiirle. Şiirleyen aklın ışığı altında. Bu ışık nesneyi çarpıtmaz, denetlemez, yönlendirmez: Sadece dinler nesneyi. İşitir. Görür ve işitir. Gönderdiği ışıkla, gönderdiği ses dalgalarıyla; gerçekten gelen ışıkla ve sesle birleşerek, şiirin sesini ve görüntüsünü oluşturur.
Peki, herkesin teorik aklının, denetleyici aklının belirgin gibi göründüğü dünyada, şiirsel akıl neden herkeste görünmüyor? Böyle bir sorunun varsayımı tartışmalı. Teorik ve denetleyici aklın da herkeste eşit olmadığı çok açık. Şiirleyen akıl da öyle. Okullarda denetleyen aklımızı, teorik aklımızı, giderek anlayan aklımızı eğitmeye çabalıyoruz. Şiirleyen akıl, eğitimin alanında değil pek. Dil eğitimi, edebiyat eğitimiyle oluşmuyor şiir eğitimi. Şiir dersi vermekle, şiir öğretemezsiniz. Şiirin dersi olmaz çünkü. Okulda, sınıf içi, malumat aktarımıyla gerçekleşen bir eğitimi olmaz. Şiir, şiir yaşantısını yaşayanlardan, yaşayanlarla öğrenilir. Açılma yaşantısı, bu yaşantının şiir diliyle dile getirilmesi, yine şiirleyen aklımızla kavranabilir.
Belki atılması gerekli adım, şiirsel duyarlılığımızı fark etmeye çalışmaktır. Her insanın şiirleyen aklı vardır. Onu harekete geçirmemek büyük bir yoksulluktur. Şiirden anlamamak, bir ölçüde giderilebilir bir özürdür. Şiir özürlü yaşanan bir dünya, eksik bir dünyadır. Şiirle kavranabilecek, yaşanabilecek olanları yaşayamamak: Aklımızı mahrum bıraktığımız yaşanası yaşantıların, ruhsal bütünlüğümüzü, yaşama sevincimizi, dünyayı kavrayışımızı oluşturan, yaşama zenginliğimizi, derinliğimizi güçlendiren yaşantılar olduğunu unutmayalım. Şiir sadece şairlere, şiir okurlarına, şiir dersi verenlere, alanlara, şiir üzerine ahkâm kesen benim gibilere ait değildir. Şiir gözü, şiir kulağı olan herkesindir şiir.
İçimize doğru bir keşif gezişidir, dışımızdaki gerçeğe doğru. Doğanın, bilim ve teknolojinin yanında bize şiirle de seslenebilme- si, biz insanlar için ne büyük olanaktır, ne büyük şanstır.
BİR KONUK OLARAK ŞİİR
Şiirleyen aklın önümüze açtığı ufuktan, şiirle gelen yaşantı örneklerini Dîvân-ı Lugâtı t-Türkyden vermeye çalışacağım (Çeviren Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları). Neden bu örnekleri seçtiğime gelince: Yüzlerce yıl uzak bize, Türkçemizin kaynağında duruyor. İlk dörtlük, elbette sevgiliye yazılmış; ben, şiire yazılabileceğini düşünüyorum: "Yalwın anınğ közi/ Yelkin anınğ özi/ Tolun ayın yûzi/ Yardı meninğ yürek" (III. 33, 12-15). Onun gözü büyülüdür, özü, kendisi ise konuktur, bende. Yüzü dolunay gibidir. Yüreğimi parçalıyor.
Şiirin bakışı büyülüdür, biz baktığımız için. Büyü bizim gözümüzden geliyor. Şiir yaşantısı, sıradan dünya yaşantısı değildir. Aynı yapıtta, şiir yır olarak geçer (örneğin, II. 14-19, 135-19; III. 3-25, 3-26, 131-4, 143-4). Yır, koşmadır, türküdür, gazeldir. Yıra, ise uzaklaşmak, ırak olmak anlamındadır. "Yır koşuldu", şiir söylendi demektir (II. 135-19). "Ol yu* yırladı" ise o bir şarkı söyledi anlamına geliyor. "Yır, yıradı", şiir uzaklaştı anlamında. Yır, yıradı: Şiir, sıradan dünyadan uzaklaştı. Yırayamazsa, şiir olmaz. Uzaklaşarak, açılabilir, anlatılamayana. Bu açılımı yalayabilir, şiirleyebilir. Çağımız için doğrudur ama: Yır yırlamamış, yıramıştır; şiir, şiirlememiş, uzaklaşmıştır. Hayatımızdaki yozluk, anlamsızlık, kokuşmuşluk, çirkinlik şiirsizlikten gelir.
Şiirin özü, 'yelkin'dir, yani koşucu, misafir, yolcu, konuktur şiir. Koşucudur şiir, sııadanlığın kokuşmuş kentlerinden, dağlara, kırlara, denizlere doğru koşandır. Konuktur. Şiiri tutamazsınız. Yaşanır ve gider. Sürekli yaşanan değildir, şiir yaşantısı. Kesiklidir. Gelir ve gider, bundan dolayı yelkindir şiir, konuğumuzdur; başımızın üstünde yeri vardır.
Dolunay gibidir yüzü şiirin, ışıldar, ay, ışığım insandan alu gerçeklikten alır. Şiirin kendi başına ışığı yoktur. Bu ışığı, veren için, alan için vardır. Yüreğimize seslenir, yarar yüreğimizi: Şiir gönlümüzü ister. Yüreğiniz yoksa, şiir yaşantısı uğramaz semtinize.
Bir dörtlük daha, aynı yapıttan, yine şiire yazıldığını varsayıyorum: "Yüknüp manğa imledi/ Közüm yaşın yamladı/ Bağrım başın emledi/ Elkin bolup geçer (III. 84-85). Boyun eğip, bana işaret etti, gözümün yaşım sildi, bağrımın yarasını sardı, sağalttı; konuk olup geçti, gitti.
Şiir işaret eder. imâdır o. Yaşantısı başka türlü anlatılamaz. Gözümün yaşını siler; şefkatli olduğundan değil; beni ötelere, uzaklara götürmeyi düşündüğünden. Bağrımın yarasıyla ilgilenip sarıyor şiir: Şiir beni kendine yakm buluyor. Sıcaklığını veriyor bana. Şiirin sıcaklığı, bana teselli verişi, alışılagelmiş bir şiir tavrı değil bu, şiir daha hırçın, daha çılgındır, daha derindir. Sıcaklığına tam alışacakken yola düşüp, yitip gider! Elkin olmuştur şiir. (Yelkin, 'konuk', Oğuzca ve Kıpçakçada 'elkin'e dönüşmüştür.) Elkin uğrar, çekip gider. Şiirin özüdür konukluk. Misafirimizdir o. Emânettir bize şiir, insanın insana emâneti. Şiirleyen aklın doğaya, diğer akıllara emâneti. Hiyanet ediyoruz.
"Ajun tüni küııdüzi yelkin geçer/ Kinini kûlı satgasa küçin keweı" (III. 288-14-15). Zamanın günleri ve geceleri misafir olarak geçer, kimin üzerine uğrasa, basıp geçse onu zayıflatır. Dünya, zaman, evren, varlığın kendisi konuktur, doğrusu biziz konuk olan, geldik gidiyoruz; konuğuz bu dünyaya, bir de konuğumuz var, şiir! Şiir, konuğun, konuğudur, konmuştur yüreğimize. Bir kuştur. Avuçlarımıza bırakılmış bir kuş. Bir yaşantı, kendiliğinden doğmuş bir kuş. Dilinizle vuruyor kanadı. Düşlerinizin, umutlarınızın, acılarınızın göğünde uçuyor.
"Yelkin bolup bardukı könğlüm anğar baglayu/ Kaldım erinç kadguka ışını udhu yıglayu": Misafir olup sevgilim gitti, gönlümü ona bağladım. Kaygıda kaldım; işini arkasından ağlamaktır.
Kuş uçtu. Şiiri konuk ettik. Edebildik mi? Kim şiirini taşıyabiliyor bu dünyada yüreğinde. Kim içindeki şiiri incitmiyor? Kim şiir emânetini koruyabiliyor? Şiirle yaşanabilen dünyaların kapıları, pencereleri neden kapalı?
Şiir: Yalnızca sözcüklerle yazılıp söylenen sözlerden oluşmuyor. Bir yaşantı o. Müzikle, resimle, yontuyla, doğayla, insanlara dokunarak, onların gülüşlerinde, ağlayışlarında, dalgın duruşlarında, şiir.
Aklımızda şiir var. Neden anlamıyor aklımız? Uzaklara gitti şiir, çağıralım onu, yır yırlasın artık, Kaşgarlı Mahmud! Yırlamıyor. Yır yıradı Mahmud, yır yıradı. Hayatımızdaki kokuşmanın sebeplerinden biri de o: Şiir bizi terk etti. Kaşgarlı Mahmud anlar beni: Yrr yıradı Mahmud, yır yıradı.
EROTİK AKLI ANLAMAYA DOĞRU
Ben: -Hoş geldiniz Mehmet Bey, gözüm yollarda kaldı. Elif gelmedi mi?
Mehmet: -Merhaba Hoca, mertek sanırsın diye gelmedi Elif!
Ben: -'Hoca' sözü üzerine vurgunuz pek güçlü. 'Mertek' sözcüğünü, anlamını bilerek kullandınız herhâlde. Elif'ti beni sizle tanıştıran. Buluşmamızda bulunsun isterdim.
Mehmet: -Konuyu duyunca vazgeçti herhâlde. 'Mertek'in anlamını biliyorum, kızma hemen. Bana da 'sen' de. İçtenliği severim ben.
Ben: -Elif, pekâlâ bizle erotik aklı tartışabilirdi. Bu konulardan kaçacak birine benzemiyor.
Mehmet: -Bizim kadınlarımız ne denli okusalar, yurt dışında bir süre yaşasalar da, cinsellik konusunda özgür olamıyorlar. O, aklına gelen her şeyi söyleyenleri de 'özgürlük sarhoşu' oldukları için şaşkın buluyorum. Al birini vur öbürüne...
Ben: -Anlaşılan, yaşama coşkusunu doya doya yaşayan Türk kadınları çıkmamış karşına.
Mehmet: -Yok ki çıksın. Neyse, konuya dönelim. Burayı bulmam zor oldu. Kadıköy'de nargile kahvesi aradım, durdum. Ne anlarsın, şu nargileden be hoca?
Ben: -Kafası ateşli, içi dumanlıdır. İnsandır, bir açıdan. Yanar beyni, dumanlar çıkarır, yüreği fokurdar. Erotik akıl, aklın yanan, isteyen, arzulayan, düşleyen yanıdır. Aklın, duyguyla kesiştiği bir alandır. Kimi düşünürler ona irade, istenç ya da isteme (will, wille) demişlerdir.
Mehmet: -Hoca, bak ben çok dobra bir adamım. Arkadaşlarım, Amerika'da bana Outspoken Meınet derler, yani harbî, açık sözlü, dobra dobra Mehmet. Erotik aklı nereden çıkarıyorsun? Senin galiba, -ellini çoktan geçtin değil mi?- cinsel sorunların var! Aklın erotiği mi olur? Çok yumuşak kafalı (soft-minded) bir adamsın be hoca. Aklı şizofrenik hâle getirdin. 'Konuşan Akıl', 'Yemek Yiyen Akıl', 'Çişi Gelen Akıl', 'Pinti Akıl', 'Seksî Akıl' uydur, uydurabildiğin kadar. Çok gülünç çok. Desteksiz. Atıyorsun be hoca!
Ben: -Gerçeklerim var Mehmet. Neden bana kızdığını anlamaya çalışıyorum. Akıl çoğulluğu rastgele bir çoğulluk değil, bu bir: İnsan, bilgi, varlık, yaşam anlayışına dayanıyor. İkincisi, akıl yobazlığına karşı geliştirildi bu çoğulluk. Uzun uzun anlatamam sana bunları. Akıl, salt insanın olan, insanın özgür ve özerk bir biçimde kullandığı kavrama, bilme, düşünme, hesaplama yetisi olarak anlaşılmış çoğunlukla. Aklın bileşenlerine ayrılması pek düşünülmemiş, hele hele 'erotik akıl' diye bir akıl, akledilmemiş. Oysa Eros, mitolojide bir sevgi Tanrısı olarak, felsefede sevgi kavramı ışığında tartışılmış, yüzyıllarca. İlk derli toplu tartışma Platon'un Şölen diyalogunda yapılıyor. Eros bir yaşama coşkusudur. Hakikati aramaya yarayan bir güçtür, enerjidir.
Mehmet: -Kimi felsefe çevreleri, Eros'u önemsiyor. Felsefede Eros yoktur bence, philos vardır, arkadaşlık, dostluk sevgisi, yoksa felsefenin adı ero-sofia ya da belki Türkçede erosefe olurdu. Sen sevgileri karıştırıyorsun: Felsefedeki sevgi ölçülü,-dengeli, denetle- nebilen sevgidir; oysa sen, bir delilik olan sevgiden, Eros'tan söz ediyorsun.
Ben: -Eros'u, bir coşku olarak anlıyorum. Aklın coşabileceği aklunıza gelmiyor. Kavramlar arası ilişkileri araştırırken, bir matematik problemini çözerken, bir teori oluştururken konu üzerine yoğunlaşan akıl coşar, coşabilir! Akıl kuru, kupkuru değildir. Problem çözme coşkusunu yaşatan, çözümün ardında gitmek için ısrar eden, işte bu 'erotik akıl'dır. Bir bilme, araştırma, kavramları çözümleme, yaratma aşkıdır. Erotik akıl, destekleyici, güç verici bir akıldır.
Mehmet: -Neden akıl diyorsun ki buna? Tutkudur bu, arzudur. İsteme gücüdür. Eros'un neresinde akıl var ki? Eros'la akıl'ı yan yana getirerek, tıpkı beş kenarlı dörtgen gibi bir söz söylemiş oldun!
Ben: -Eros'taki akıldan söz etmiyorum. Akıldaki Erostan söz ediyorum. Erotik yanıyla akıl, duygularla, bedenle ilişki kurar. Aklın erotik boyutu kaldırıldığında, akıl, duygu ve bedenden kopar. Gökyüzüne ya da beynimizin bir yerlerine saklanır. Aklın heyecanıdır, erotik akıl. Bir anlamda yakıtıdır.
Mehmet: -Aklı ne hâle getirdin? Bedenleştirdin, cisimleştirdin. Neden böyle yapıyorsun? Derine indiğinde, hiçbir türlü temellendiremeyeceğin sözleri, aklına geldiği gibi rastgele kullanıyorsun. Çok hafife alıyorsun felsefeyi.
Ben: -Erotik akıldan payımı biraz fazla alıyorum herhâlde. Teknolojiyi ve bilimi besleyen, denetleyen ve teorik akıllar, erotik aklı görmezden geliyor. Akıl, duygusuz, heyecansız, umutsuz, sevinç- siz ortamlarda tüm bileşenleriyle uyum içinde çalışamaz.
Mehmet: -Geleceğin insanı, evrendeki diğer gezegenlere açılacak insan, gülecek bu sözlerine. Evreni anlamaya çabalayan insan, laboratuvarlarında, hesaplarında, kuramlarında tek bir aklı olduğunu anlayacak, onun da, genlerimizle, nöro-biyolojik yapımızın bir türevi olduğunu kavrayacaktır.
AKLIMIN DEDİĞİ
Aklın yeniden sorgulanmasının zamanı geçmektedir. Post-modernist düşünce bunu başarabildi mi? Ufkumuzu açtı biraz; yaşadığımız dünyaya, hayatımıza uymayan akıl anlayışlarından uzaklaştırmaya çalıştı bizi; doğrusu, Batı kültürü içinde yapıldı tartışma, orada kaldı. Bizim gibi ülkelerin bu tartışmalardan öğrenecekleri vardır.
Akıl, insanın dünya gezegeninde yaşadığı serüvende, güvenebileceği, onunla sorunlarını çözebileceği önemli bir gücüdür. Özellikle Aydınlanma felsefesi açısından görüldüğünde, kendi kendine yeten, bağımsız, özerk bir insan gücüdür. Gerçekliği, kendisini, insan, aklıyla kavrar, anlar. Çevresiyle ilgili sorunları, yaşamasında- ki sorunları, kuramsal ya da uygulamada onunla çözer. Deneyimlerinden onunla öğrenir. Deneyimleri sonucunda öğrendiklerini onunla çözümler, yeni birleşimlere gider, sonuçlara ulaşır. Akıl, yaşamının berisinde olandır, ötesi ise bilemediğidir, sınırları dışında olandır; ilâhî gücün, güçlerin alanıdır. Hegel gibi, akla sınır koymayıp, gerçekliği akıl ile bir anlamda özdeş kılan düşünürleri, "her şey akıl" diyenleri bir yana bırakırsak, Kantçı çizgi içinde, aklın sınırları olduğunu kabul edebiliriz. (Gerçekliğin çok büyük, aklın ise bu büyüklük karşısında, insanın bir 'yetisi' olarak, taşıdığı sınırlı algılama, öğrenme, akıl yürütme olanakları göz önüne alındığında, 'küçük' kaldığı inancına dayanarak düşünüyorum.)
İnsan aklıyla öğreniyor, düşünüyor, anlam veriyor, düşünüyor, eyliyor. Üretiyor. Bu anlamıyla akıl, insanın günlük yaşamım, bilimini, teknolojisini düzenliyor. Ahlâkını, eylemlerini, değerlendirmelerini yaşayışımla insana destek oluyor. Akıl, deneyimlerle besliyor, zenginleştiriyor kendini, değiştiriyor, dönüştürüyor. Tek tek bireylerde ortaya çıkabildiği gibi, toplumların, kültürlerin de akıldan, aklın 'tarihinden' söz edebiliyoruz.
İnsana ait olmayan, doğanın, evrenin bir 'aklı' var mıdır? Platon'un anladığı anlamda görünenler dünyasının ardında bulunan, değişmenin olmadığı bir dünya, aklın egemenliğinde zaman-mekân ötesi bir 'akıl dünyası' var mıdır?
Aklın insanla ortaya çıktığını, insana özgü olduğunu düşünüyorum. Diğer canlılarda belki zekâ dan söz edebiliriz, yaşamlarını sürdürebilmek için sorunlarını çözebiliyorlar; işlerinde bir anlamıyla âlet kullananları da var. Akıl insanda. Onunla kavrıyor. Doğadaki düzenlilikleri keşfediyor. Bu düzenliliklerin sınırlarını görüyor. En önemli özelliklerinden biri: Kendi kendisini kavrıyor.
Metafizik yapan insan, aklın, "değişiyor gibi görünenin" ardında değişmeyen ilkeler, yasalar, düzenlilikler arıyor. Bilim de bu arayışın bir sonucu. Teknoloji de, çağımızda bilimle bütünleşmiş işleyişiyle, bir 'güvenli', 'temelleri olan', 'rahatlatıcı', 'kolaylaştırıcı' işlevi içinde bu arayışa yardım ediyor.
Arayışı hep sürecek. İnsanın bu gezegendeki serüveni aklıyla yaşadığı serüvendir. Akıl, zaman içinde, kendi dışındaki güçlerden, (tanrılar, tanrıçalar, doğaüstü güçler taşıyan njitoloji kahramanları, semavî dinlerde, Tanrı, Allah...) yardım almaya çalışmış; zaman zaman kendini, doğayla ilişkisinde tek egemen güç olarak görmüş. Deneyimleriyle, çevre koşullarıyla etkileşim hâlinde olmuş. Bu anlamda aklı, olup bitenlerden bağımsız, onlara yasalar koyan, 'dikte eden' bir güç olarak görmüyorum. Aklın gücü, insanın gücüyle sınırlıda. Aklın buldukları, deneyimlerinin etkisiyle değişebilir; bitmiş, bir daha ele alınıp sorgulanamayacak bulguları olamaz aklın! (Bu yargısı bile sorgulanabilir!) Akıl, kendi olanakları, birikimiyle, gerçekliği kavrar: Mutlağın ardındadır, yolundadır; yolda ortaya koydukları ise, gerçeğin 'resimleri', 'modelleri'dir hep!
Aklı mutlaklaştırmak, aklın sınırını bilmemekten kaynaklanır. Akıl, zaman zaman keşfettikleriyle, icât ettikleriyle sarhoş olur; doğanın tüm gizlerini çözdüğünü sanma. Bu geçici bir 'güven' dönemidir; ardından gelen 'kriz'ler akla 'haddini bildirir'.
Ahlâk alanında, bilim alanında olduğu gibi göstermez kendini. Aristo'nun, Kant'ın gördükleri gibi, matematiğe, mantığa, aksiyoınatik sistemlere sağladığı 'algoritmik' desteği, ahlâk alanında bulamazsınız. Sanatta, teknolojik üretimde, teknolojiyle sorun çözmede, aklın yeri, bilimdekinden farklıdır.
Günlük yaşamda da öyledir: Planlayarak, hesaplayarak, belli bir kuranı çerçevesinde yaşanan, her şeyin önceden öngördüğümüz biçimde gerçekleştiği bir yaşam, 'akü' yoğun bir yaşam, çok az insanın gerçekleştirebildiği, belki güvenli ama sıkıcı bir yaşam olsa gerek. Neden? Çünkü, akıl anlayışımız, yaşam anlayışımıza uymuyor, yakışmıyor.
Aklım bana, akıl anlayışımızı değiştirelim diyor.
EROTİK AKLIN KATKISI
Akıl durduk yerde neden düşünsün, anlasın, eleştirsin? Aklın devingenliğini sağlayan, aklın içindeki güç, erotik bileşeninden gelir. Aklın kaygı ve ilgi bileşenini oluşturur. Düşünürken duyduğumuz kaygı; anlarken, hesaplarken çabalarımızı sürdürmeyi sağlayan güç, erotik akıldan gelir. Aklın heyecanıdır, onsuz harekete geçemez kolay kolay. Ele aldığı sorunların üstesinden gelemediğinde direnci sağlayan odur. Eğitimde, birçok öğrencinin çektiği sıkıntı, erotik aklı harekete geçilememektendir. Psikologların çoğunluk motivasyon dediği, çevreden, bedenimizden gelen uyarımların etkisiyle de harekete geçen bu itici güç, aklın içinde yansımalarını bulabilir. Bu gücün aklın erotik bileşeniyle girdiği ilişki, aklın devingen işleyişini başlatır.
Aklın olanaklarını kullanabilmesi, deneyimlerden öğrenebilmesi, onu besleyen kaynakla, akla ateş sağlayan, erotik yanını tanıyabilmesi ile gerçekleşebilir. Erotik akıl, eskilerin şevk, aşk dediği güç ile düşünmeye, eleştirmeye, anlamaya, sezmeye katkıda bulunan akıl.
'Hayret', 'şaşma', erotik aklın alanıdır: Felsefece düşünme, ufkumuzu genişletecek, farklı bakışlar, çözümler arayan düşünme, hayretle başlar. Aklın heyecanı psikolojik heyecan değildir bu, noetik heyecandır. Sorunları irdeleyen, buluşların ardından giden, esinlere açık olan.
Felsefecilerin 'sezgi' dedikleri, düşünce basamaklarını bir çırpıda aşıveren, denetleyici ve kuramsal aklın destek veremediği durumlarda, düşünsel serüveni üstlenmeyi göze alan atılımlar da erotik aklın katkısıyla gerçekleşir.
Neden erotik akıl, aklın tarihinin dışına itilmiş? 'Duygu' sayılmış, tutku, arzu! Bir vatio vivificus olan (can- veren akıl!) erotik akıl. Özellikle, aklın bölünmeye uğramasıyla (örneğin, teorik ve pratik akıl olarak) düşünme, bilme, anlama ile eyleme arasında ayırımlar çizilmeye başlandığında, aklın dışına düşüyor. Sezgi, göze alma (risk), şevk, aşk, heyecan ve isteme, aklın değil de, 'kalbin' alanı olarak görülmüş.
Akla, dinginliğin, ölçülülüğün, ciddiyetin, huzurun, hesaplamanın ışığında bakılmış. Akıl bir hâl içinde sürdürür varlığını. Bireylerde, yaşanan bu hâllerin 'psikolojik' bir süreç olduğu sanılmış. Örneğin, hesap yapmaya çalışan bir insan, hesabını gerçekleştirebileceği bir ortam, bir durum arar. İşte içinde bulunduğumuz hâl, sorunlarımızın çözüm ortamlarına uygun olmalıdır! Belli metinleri, belli sorunları, anlayabilmek, çözebilmek, çözümleyebilmek için, aklın kendini hazırlaması, donanımını oluşturması gerekir. Erotik akıl, bu hâlin oluşumunda, sürdürülmesinde önemli bir işlev görür. Akıl, her zaman, sorunlarını çözmeye çalışırken, 'dingin', 'duygusuz', 'çatışmasız', 'huzurlu' değildir. Bir savaş olabilir düşünmek, anlamak! Bir huzursuzluk, can sıkıntısı, çâresizlik olabilir. İşte bu tür duygusal dağılmalar, konu üzerine yoğunlaşamamalar, odaklanması gereken noktalar üzerine odaklanabilmekteki zorluklar, erotik aklın müdahalesiyle düzeltilebilir. Aklın akıncıları, erotik aklın buyruğundadır, sınırlara doğru, akıl dışına, duygulara doğru seferler yaparlar. Bir uç beyi olarak erotik akıl, belli bir heyecanla, hâli hazırlar: Hâlin içinde gücünüz yettiğince kalırsınız.
Erotik akıl, düşüncenin mutfağında iş görür: Düşünme eylemi ürün olarak ortaya çıktığında, erotik aklın işleyişini görmek zorlaşır: Satır aralarını okuyabilen okuyucu sezebilir, bitmiş ürünlerdeki erotik öğeyi.
İnsan aklının işleyişinin bir mantığı, bir matematiği, kısaca bir derinde yatan dili var mıdır? Böyle bir dil, Aristo'dan bu yana aranmaktadır. Elbette bu arayış süreci, bilimde, felsefede önemli gelişmelere yol açmıştır. Bu dil, insan ötesi, insanı aşan bir dil midir? Öyle de olsa, insan kendi olanakları ölçüsünde, böyle bir dil arayışından vazgeçmeyecektir. Böyle bir genel, evrensel dili yakalayabilme, erotik akılsız gerçekleşemeyecektir.
Eğitimde erotik aklın yeri anlaşılırsa, gerek aile içi, gerekse okul eğitimi daha zevkli, sevinçli, yaşayan bir eğitim olacaktır. Bu yaşayan aklı (ratio vivendi) keşfe çıkın, beni anlamaya çabalamanın yollarında yürüyün diyor, erotik aklım.
KENDİ AKILLARINA TAKILMIŞLAR
Bana acı veren insanların başında, kendilerinin rasyonel olduğunu söyleyenler gelir. Gerçekten de, 'kafalarına göre' rasyoneldirler. Kendilerine göre belirli ilkeleri, tavırları, aydınlık kılınmış kavramları, kuralları önceden belirlenmiş çıkarım yolları vardır. Binalarını kurarlar ve içinde otururlar. Soma varsa birkaç pencereleri bakarlar; dünyayı, kurdukları ev mimarisiyle görürler. Kurallar ve ilkelerle zapt u rapt altına alınmış cihanı, kendi kafalarındaki düzeni, evrenin düzeni sanmalarından kaynaklanır.
Bu, dar kafalı, kendi akıllarına tıkılı, akılları bu yüzden tıkalı insanlarla tartışmak çok zordur, acılıdır. Onları ancak kendi tanımları, kurallarıyla tanıyabilirsiniz. İletişim, onların koyduğu kurallarla sağlanabilir. Bu akıl bağımlılarının gözünde, benim gibi biri, duygusal, mistik, kafası karışık, garip, edebiyatla felsefeyi karıştıran, 'sistematik' (onlar gibi) düşünemeyen, 'meczup' bir insandır. Elbette mantık derslerime girmemişlerdir. Girseler de kendi mantık düzenlerini terk edemedikleri için, neyin ardında olduğumu anlayamazlar, bir türlü.
Bana bu akıllarına tıkılı insanlara haksızlık ettiğimi söyleyebilirsiniz. Sanmıyorum. Onların 'sistematiği' içine girmekten (eğer tepemi attırmamışlarsa!) korkmam. Pencereleri olduğuna inandıklarımla tartışabilirim de. Hem de onların düzeni içinde. Onların sahasında. Onların diliyle. Kendimi elimden geldiğince paranteze alabilirim. Umudum, sistemlerinde gedikler bulup, onları kendi anlayışıma çevirmek değildir. Elbette sistemlerinde gedikler vardır. Belirsiz, iyice tanımlanmamış terimler. Çıkarım çarpıklıkları. Çünkü insan, 'aksi- y oma tik' bir sistemle günlük yaşamını yürütemez. Günlük dili kullanarak, böylesine yıkılmaz kaleler kuramaz. Bu insanların 'mimari' zayıflıklarına saldırmanın hiçbir anlamı yoktur. Onlardaki takınaklı (obsesif) kişilik, zayıflıklarını türlü cambazlıklarla onarıverir! Bir ikisinin yüzlerine vurabilirsiniz özürlerini ya da imâ edebilirsiniz. Asıl iş, 'mimari' anlayışlarını tartışmaktır. Bu katı akıl yoğunluğuyla yaşadıkları, yaşamaya çalıştıkları hayatın nasıl tutucu (kabız, zabıt), tutup bırakmayan, dönüşmeyen, kendileriyle yüzleşmeyi engelleyen, iç bağımsızlığı ortadan kaldıran bir hayat olduğunu sezdire- bilmektir. Sezmekten korktukları için akla abanırlar. Bunlardan 'yaratıcı', 'kalıpları kırıcı' insanların çıktığı çok az görülmüştür.
Aklı mı kötülüyorum? Hayır! Onların akıl dedikleri şeyle ilişkilerini eleştiriyorum. Bu ilişkilerin siyasal uzantılarının çok tehlikeli olacağını düşünüyorum. Totaliter yönetimlerin katılığını destekleyen bu hava almaz, kokan akıl anlayışına karşı çıkıyorum. Bu aklın insan bütünlüğünü kuşatamadığını düşünüyorum. Kendi aklımı böyle bir akla yakıştıramıyorum.
İnsan kafası, karışıklığı sevmiyor! Düzenleyip, sağlamlaştırmak istiyor kendini. Akıl sağlığı bunu gerektiriyor. Soru şu: Nasıl bir sağlamlık? Aklı bir kışla olarak görüp, onu silâhlarla donatarak, yanılmayı, bunalımı, sarsılmayı en aza indirgemeye çalışmak, aklın ordularını, hep 'teyakkuz' hâlinde, alarm hâlinde tutmak. Aklın Hitler Yönetimi diyorum buna. Ruh kibarlığını, inceliğini, derinliğini, yumuşaklığını, isyanını ortadan kaldırıcı bu yoğun şiddetteki akıl bağımlılığı, küçücük beyniyle kâinatı anlamak isteyen insanın içi boş şişinmelerinden başka bir şey değildir.
Aklımızdan gayri güvenebileceğimiz neyimiz var? Aklımız var. Bu akıl, duygularla, sezgilerle, düşlerle, arayışlarla, aranışlarla; isyanlarla, farklılıklarla, duyarlılıklarla zenginleştirilmiş bir akıl. Bunu, Batı'daki IQ'dan EQ'ya geçiş önerileri yapan, 'akıl yönetimi'yle yarar sağlayabileceğini uman görüşlerden esinlendiğim için söylediğim sanılmasın. Hiç ilgisi yok!
Temel tezim şu: İnsan aklını değiştirmedikçe bu düzeni değiştiremez. Bu düzense değişmelidir. Öyleyse akıl da değişmelidir. (Mantık sevenler için, durumu tam yansıtmasa da, ilk önermem A ise D, ikinci önermem D, sonuçsa A'dır! Mantıkça geçerli olmayan bir çıkarım, düz bir okuyuşla! Belki bu mantığı değiştirmek için, böyle düşünüyor olmayalım?) Kısaca: Bu akılla, bu düzen değişmez. Daha doğrusu, bu akıl anlayışıyla bu düzen değişmez!
Aklını kişiliğiyle, yaşadığı çevreyle etkileşime sokamadığı için kendini tahrip eden bir arkadaşım geldi aklıma. Aklını cephanelik sanmıştı. Biraz daha yaşayabilseydi arkalardaki gül bahçesini görebilecekti.
Bu evrendeki hayattan, insandan, geleceğin insanından sorumluysak, aklımızı değiştirmeliyiz.
AKIL BAĞLANIR MI?
Akıl bağlanamazsa düşünemez. Burada 'bağlanma', elin, kolun hareketini engellemek amacıyla bağlanması gibi bir 'bağlanma' değil: 'Güvenme', 'adama', 'sorumluluk üstlenme' anlamlarından yola çıkan, bütün bu anlamları kuşatan 'bağlanma'.
Aklın alanı, açıklığın, belirliliğin, hesabını verebilmenin, dayanaklarını ortaya koyabilmenin alanı. Atılan adımlar, bu adımlar arasındaki ilişkiler, adımların yönü belli kılınmaya çalışılır aklın alanında. Akış diagraming çizelgesini (flow chart) çıkarabilirsiniz düşünme adımlarının.
Akıl, bu açıklığı, netliği, belirliliği elde edebilmek için güvenmek zorundadır. Kendine. Yoksa adımlarını atamaz. Mantık terimleriyle söylersek, önermelerin doğruluğuna, önermeler arasındaki geçişi sağlayan çıkarım kurallarına inanır akıl. Her savı kanıtlaya- maz çünkü: Çıkarım kurallarının 'doğruluğu'nu aynı çıkarım kurallarına dayanarak ileri süremez. Bağlanmak zorundadır: Kurduğu 'yetkin' düşünme modellerine inanmak gereğini duyar. Bu çıkarım kurallarını, kanıtlayamadığım önermeleri (aksiyom ya da 'postu- la'lar, temel ya da 'ilkel' tanımlar) doğru olarak kabul ederim. Kabul ettiklerim doğruysa, kanıtladığım önermeler doğrudur. Doğru olmalıdır ki yola çıkabileyim. Aklımın sınırları dünyanın sınırları değil ki!... Aklımla, dünyam tam tamına örtüşmüyor ki! Aklım, varsaymak, göze almak, güvenmek, bağlanmak zorundadır. Bağlanır da. Aklın sınırlarının inanç alanıyla komşu olmasının nedeni budur. Evrende bir düzenliliğin olduğuna inanmazsa, bilim yapamaz, düzenlilikleri keşfetme çabasına girişmez. Doğanın işleyişinde matematiksel bir yapının olduğuna inanmazsa, matematiksel modellemenin, çağdaş fizik araştırmalarının anlamı kalmaz.
Akıl bağlanır. Bağlanan akıl, ihtiyatı elden bırakmaz. İnanır ve gözlerini olgulara diker: İnancına uygun oluşturduğu kuram, hipotez, model "çalışıyor mu, çalışmıyor mu?" Akıl, kendi gözünü kör etmek, çözemediklerini 'inanç sıçramasıyla' hemen çözü vermek için bağlanmaz. Sınırlarını bildiği, bilmek istediği, 'bilinebilir'le 'bilinemez' arasındaki çizgiye duyarlı olduğu, bağlanmaktan başka çâresi olmadığı için, bağlanır.
Bağlanan aklın işleyişi nasıldır? Nasıl bağlanır? Neden bağlanır?
Bağlanmak zorunda olduğu için bağlanır. Bağlanan akıl, diğer akılları harekete geçirir: "Başlayın yürümeye" önerisi ondan gelir.
Bağlanmanın işleyişini diğer akıllarla (teorik akılla ya da denetleyen akılla örneğin?) açıklama olanağı yoktur. Bağlanan aklın 'mantığını', bağlanan aklın dışındaki mantıklarla anlayamayız.
Neden inanırız, inancımıza ulaşmamızda aklın rolü, payı nedir? İnancımızı sürdürmede, inancımızdan vazgeçmede aklın yeri nedir? Bütün bu sorular, bağlanan aklın alanına giren sorulardır.
Aklımızı kullanamadığımız için inanıyor olabiliriz, inanma çocukluğumuzda bize aşılanmış, belli bir alana (din, ideoloji gibi) yöneltilmiş olabilir. Birçok inanan insanın yaptığı gibi önce inanıp, sonradan inancımızı 'akılla' destekliyor olabiliriz. Bu destekleme sürecinde inanan akıl baş rolü oynar. Diğer akıllardan destek isteyerek, inancı 'ussal', 'aklî' bir kılığa sokar. 'Meşrulaştırır.' Akıldan yardım alan, 'akıl torpilli' inançtan, nedense hep kuşku duyarım. Tehlikeleri göze alan inançların, güçlü inançların, aklı 'kullanmaya' gerek duyacaklarını sanmıyorum. İnançlar, bilgi ve akılla desteklenme gereğini duymuşlardır, yüzyıllardır. Bağlanan aklın, ne gibi işleyişle destek sağladığını dinlerin 'ilahiyat', 'teoloji' çalışmalarına bakarak görebiliriz. Bağlanan aklın inançları meşrulaştırmak için giriştiği çırpınmaları, oluşturduğu düzenleri kimi zaman hayretle, kimi zaman saygıyla gözlüyorum. "Benim inancım senin inancından daha ussal ya da daha bilimsel" diyenleriyse doğru bulmamakta ısrar ediyorum. Bağlanan aklın sınırlarını aşması olarak görüyorum.
"Bilimsel araştırmaların sonucunda A dininden çıkıp B dinine geçtim" savında da, bağlanan aklın haddini bilmediğini düşünüyorum. İnanma alanının akılla ilişkisinde, aklın inancı ya da inancın aklı egemenlik altına almaşım doğru bulmuyorum. Bilim, başta da söylediğim gibi, inanmazsa araştırma yapamaz. İnançları kendi çalışma alanı içinde önemlidir. Alanı aşıp, bana neye inanıp inanmayacağını söylemeye kalktığında, hem aklı hem de inancı anlamamış olur.
Bilim, bir gün bağlanan aklı merceği altına alacak. Şimdilerde 'inanma' olgusunu psikoloji, sosyal-psikoloji, bilgi ve algı psikolojisi aracılığıyla incelemiyor değil. Bağlanan aklı anlayınca belki ufku genişleyebilir.
ELEŞTİREN AKIL
Entelektüel insan eleştiriye saygı duyar. Bilimin çekirdeğinde eleştiri bulunduğunu düşündüğü için. Akıl, gücünü eleştiriden alır, ona göre. Eleştirisiz ilerleme, gelişme olmaz. Eleştirel bakış, insanı yanlış yapmaktan alıkoyar. Düşüncenin katılaşmasını, yozlaşmasını, kokuşmasını önler. Entelektüel insanın 'görevi' eleştirmek, 'muhalefet' yapmakta, eleştirileriyle. Entelektüel, eleştirileriyle belli olur. Eleştirel bir kafaya sahip olmak, eleştirel bir gözlüğü olmak entelektüelin bir erdemidir. Eleştiren aklınız gelişmemişse entelektüel olamazsınız. Peki, ne olursunuz? Romantik, mistik, fanatik... Eleştiren aklım, çağımın böyle düşünen insanının eleştiren aklında bir sorun olduğunu söylüyor.
Böylesine sığ bir 'eleştiri' anlayışından kuş çıkmayacağını, belki eleştiren aklım yeterince gelişmediği için yirmi beş sene 'eleştiri çalıştıktan' soma anlayabildim. Eleştirel bakışın, eleştirel aklın gelişebilmesi için diğer akılların, teorik, denetleyen, anlayan, şiir- leyeıı, erotik ve bağlanan akılların eşgüdümüne gerek var. Eleştirel aklın gelişebilmesi ve terbiyesi üstüne düşünebilmeyi başarabilmek gerek. Nasıl adam edebilirim eleştiren aklımı?~Nasıl özen gösterebilirim ona? Pısırıklığını ya da azgınlığını nasıl önleyebilirim? Bakımını nasıl yapabilirim?
Eleştiri elbette gerekli. Her şeyden önce bir değerlendirme o. Eyledim. Eylemim değerlendirilirse, eylemimi toplum içinde, kültür içinde bir yere koyabilirim. Konuştum. Eleştiri aldığımda, konuşmam şu ya da bu biçimde değerlendirilmiş demektir. Durumum, yerim, çıkmıştır ortaya.
Yazdım. Eleştirirseniz, yazdığımı, yazdığımı sandığımı, yazamadıklarımı anlayabilirim. Eksikliklerimi, özürlerimi görebilirim. Kendimi tanımam için eleştiriye ihtiyacım var. İnsanlar kendilerini, birbirlerinin eleştiren akıllarıyla tanıyabilirler. Eleştir beni, eleştir de kendimi tanıyayım.
Peki, nasıl eleştireceğim? Neden eleştireceğim?
Eleştirim, bir saldırı, yok etme, ortadan kaldırma amacım taşımayacak. Eleştirel cinayet, yok etmeye yönelik eleştirinin işidir. Değerler kavgasında, yüksek değerleri yaşatmak için girişebilir miyim öldürmeye? "Bu davranış, bu görüş, şu bakış açısı yanlıştır, ortadan kalkmalıda" diyebilir miyim? Belki gözdağı vermek için. Belki sarsmak, düşündürmek için karşı tarafı. Yine de, doğramaya, yok etmeye, tahrip etmeye yönelik eleştiri, şiddeti beraberinde getirdiği, 'yaşatma', 'canlı kılma', 'tazeleme' amacını taşımadığı için saygın değildir. Bir öfke patlaması, rahatlama, intikam alma olmamalı eleştiri. Kıskançlıklarımın sonucunda, karşımdaki insanı küçük düşürme, aşağılama niyeti taşıyan kişisel hesaplarıma bağlı olmamalı.
Eleştiren akıl, anlayan aklın yakın dostu olmalı. Anlayan, karşı tarafın gelişmesini, sağlığa kavuşmasını, can bulmasını isteyen eleştiri, yaşatan, yaşatıcı eleştiridir. Özellikle ülkemizde çok sık rastlanan, kimseyi, hiçbir şeyi beğenmeyen sürekli, olumsuz, çözüm önerileri taşımayan yakınmaların eleştiriyle hiç ilgisi yoktur. Bunun yanında, bizde eleştiri korkaklığı da vardır. "Başımı belâya sokmayayım" kaygısıyla, sesini hiç çıkarmamak, görüşlerini, değerlendirmeleri saklamak, eleştiri adına yaygara koparmak kadar zararlıdır.
Eleştirmek, birlikte yaşadığım insanlara karşı bir sorumluluğumdur. Nerede, nasıl, hangi üslûpla eleştireceğimi iyi bilmek koşuluyla. Eleştirinin olmadığı bir ilişki, bir toplum, bir kültür, bir araştırma gelişemez.
Bilgi açısından, eleştirerek öğrenmek, eleştirerek öğretmek, tartışarak anlatmak, yanlışlardan arınmaya çalışmak bakımından önemli. Eleştirmek, bilgi araştırmasının enerji kaynağıdır. Yürünen yolun, alternatiflerini sunabilir bize. Alternatifleri bilirsek, yolumuzu, onlar arasında görebilme şansımız artar. Hedefi arayışımız daha kolaylaşır.
Ahlâk açısından, ötemdeki insanı tanımak, ilişkimizi sağlıklı bir duruma getirmek, onun kendini tanımasına yardımcı olmak, eleştirinin sağlayacağı önemli olanaklardandır.
Eleştirmek, kültürümüzdeki, bilim ve sanattaki değerlerin zenginleşmesini, canlı kalmasını sağlayabilir. Eleştiri terbiyesinin geliştiği, anlamayı, dinlemeyi; yanlışlarını, özürlerini düzeltmeyi göze alan insanların yaşadığı bir kültür, sağlıklı bir kültür.
Eleştiri, öneriler sunmada, deneyim ve birikim aktarmada da önemlidir. Eğitimin temel çatısında bu vardır. Taklitten, sığ düşünceden, kopyacılıktan kurtulmada eleştiri yapabilme, eleştiriden öğrenebilme becerilerine sahip olmak önemlidir.
Eleştiren aklımla yalnızca bilim yapmıyorum, insanları, dünyayı, toplumu, gerçekliği, kendimi tanıyorum. Toplumumuzda eleştiri, aşırı yergiler ve övgülerle kara çalmalarla, torpilli göğe çıkarmalarla yapılıyor. Kendi gücünü göstermek için eleştiriyi bir silâh olarak kullanıp, önüne geleni doğrayanlar vardır.
Eleştiri yöneltmeyi, eleştiri dinlemeyi bir gün öğrenecek miyiz? Eleştiriyle yaşamayı başarabilecek miyiz!
Eleştiri diye bir uğraştan, eleştiren akıl diye bir akıldan söz ediliyor; duyan, gören var mı?
TOPARLAYAN AKIL
İnsan, koşullar elverirse, bir gün akıl zenginliğini kullanmayı öğrenecek. Yüzyıllarca, değişik kültürel, toplumsal, siyasal, ekonomik, dinsel, ruhsal... etkilerden dolayı aklını 'kısır', dar, sığ biçimlerde yaşadı. Denetleyen aklı, dünya gezegeninde 'tür' olarak var olması için binlerce yıl kavga verdi, âlet yaptı, avladı, barındı, büründü, örgütlendi. Dünyayı 'ele geçirmeye' çalıştı. Taktikler, stratejiler uyguladı. Farklı topluluklar, farklı yönlerde, denetleyen akıllarını kullandılar, birbirleriyle çatıştılar, savaşlar, bitmek bilmeyen mücadeleler sürdü gitti. 'Bizden' ve 'onlardan' olanlar ayırımı yaparak 'onları' yok edip, dünyayı 'bizden' olanlarla doldurma tutkusu sardı denetleyen aklı. Denetleyen akıl, 'çâre' olarak, insanı doğadan ve kendinden gelebilecek belâlardan korudu, korumaya çalıştı; teknoloji oldu, tıp oldu, yönetim bilgileri oldu.
Denetleyen akıl, tarih boyunca, insanın onsuz edemeyeceği aklı oldu. Çoğu zaman gücü ele aldı, aklın diğer bileşenlerine göz açtırmadı. 'Teorik akıl' örneğin, birçok kültürde oluşamadı: Oralarda insanlar, seyrederek, belli bir uzaklıkla 'olup bitenler' üzerine düşünebilmeyi akıl edemedi, başaramadı. Çağımızda, teknoloji yoğun bilim anlayışında, teorik akıl, denetleyen aklın 'muavin'liğini yapabiliyor. Salt 'teorik' çalışmalar, yeterince özendirilemiyor.
Anlayan aklımız, en güdük kalmış aklımız. 'Anlama', denetleyen aklın egemenliğinde; 'işine geldiği gibi' anlama, 'sonuç almak için' anlama, 'görmezlikten gelmek için' anlamaya dönüşmüş. Bizden olmayanı, denetleyen aklımızın yatmadığını anlamayı, karşımızdaki insanın, kültürün, yaşam biçiminin 'kalbi olarak' anlamayı pek istememişiz. Anlamaktan korkmuşuz: Anlarsak, kabul edeceğimizden korkmuşuz. Sürekli kavga ve gerilimle yaşanan dünyada, denetleyen aklı bol 'hıyar' insanın kalbini, 'ruhunu' açarak, çıkarlardan, 'sonuçlardan' uzak anlama çabası içine giremediğini görüyoruz. Anlamaya çabalıyor görünmesi bile denetleyen aklının buyruğu ile gerçekleşiyor olabilir. Anlamadan felsefeci, anlamadan bilim adamı, anlamadan mühendis, anlamadan sanatçıların ortaya çıktığı bir dünyadayız. Ezbercilik, taklitçilik, yaptığı işin anlamın kavramadaki isteksizlik, anlayan aklımızı güdük bırakmış. (Mühendislik okurken, türev ve integralin anlamını kavrayacağım derken, az kalsın sınıfta kalıyordum!)
Şiirleyen aklımızsa, yüzlerce yıl 'manzumeler', uyaklı, ölçülü sözler olarak, belleğimize hizmet etmek için kullanılmaya çalışılmış. Yaşamdaki şiiri 'kavrayan', şiiri yaşayan, yaşatan; yaşanana şiir katan aklımızın, denetleyen aklın bu oyununa gelmiş olması hazindir. Kendine şair diyen bir sürü insanın şiirleyen akıldan nedenli nasiplendiği tartışmalıdır. Anlayan akıllarıyla yazsalar neyse, denetleyen akıllarıyla yazıyorlar! Kurnazlıkla, taklitle!
Erotik aklmız, seks budalası kılıvermiş bizi. Erotik aklın bir yaşama, düşünme coşkusu sağladığını, düşünmenin, duymanın, anlamanın o doyumsuz tadını, yaratıcı ateşini oluşturduğunu anlayamamışız. Bu yüzden ortalıkta 'içi geçmiş', karamsar, yılgın 'entel' kılıklı insanlar dolaşır olmuş.
Eleştiren aklımız, kimi yaşam biçimlerinde hiç gelişmemiş, 'takma kafana' görüşüyle kör olmuştur. Aşırı gelişip, 'azdığında' ise, her şeyi tahrip eden, hiçbir değere tutunamamış 'nihilist' insanlar yaratmıştır. Sağlıklı, yapıcı, ufuk açıcı eleştiriler, bir 'muhabbet' olabilen eleştirilen ortaya koymakta yeterince başarılı olamamış eleştiren aklımız.
Bağlanan aklımızsa, bağlandığı inançların, görüşlerin, öğretilerin yobazı olmuş, inançlarını anlayarak, kavrayarak, hoş görerek, şiirleyerek yaşamayı bilememiştir. İnanma, bir 'gaflete' ve farklı olana düşmanlığa yol açmıştır. Kısır 'ideolojik' çekişmelerin, inanç ayırımlarından kaynaklanan düşmanlıkların altında bağlanan aklımızın gelişmemişliği yatıyor.
İşte bu olumsuz görünümüyle insan aklı, bileşenlerindeki uyumu, düzeni kuramadığı, parçalarını bir araya getirip güçlenemediği için toparlayıcı gücünü kullanmak zorunda. Toparlayan akıl, toparlayıcı gücüyle, sahip olduğu ama etkin kılamadığı zenginliklerini harekete geçirebilir.
Toparlayıcı akıl, bileşenleri arasındaki dengeyi, uyumu sağlayabildiğinde, insanlar, bu dünyayı daha yaşanır bir gezegen olarak dönüştürme yolunda adını atmış olacaklar. İçinde bulundukları ortam ve çevreyi dönüştürebildiklerinde akıl tüm gücüyle çiçek açacak, değişik yaşam biçimi içindeki insanlar bir arada yaşamayı öğrenebilecek. Akılların toparlanması sorunu, insan yaşamanın toparlanması sorunudur. Bir arada yaşamayı gerçekleştirebilme sorunudur.
YENİ KİTABIM: TEZ ZAMANI Çizgi Kitapevi