BİR ŞİİR İNSAN OLARAK AHMET HAŞİM

BİR ŞİİR İNSAN OLARAK AHMET HAŞİM

BİR ŞİİR İNSAN OLARAK AHMET HAŞİM

 

 

                                    BİR ŞİİR İNSAN OLARAK AHMET HAŞİM*

              Haşim üstüne yazmanın benim için önemli bir zorluğu var: O bir şiir insan. Onu bir nesir insan gibi ele alan kimi “akademik”, kimi eleştirel yazıları gördükçe, Haşim’in yaşarken olduğu gibi ölümünden bunca yıl sonra da neden hâlâ yapayalnız bir insan olduğunu derin bir yürek burukluğuyla duyuyorum.

              Şiir insanın şiir yazması gerekmez. Şiir insanın ortaya herhangi bir “ürün” koyma zorunluluğu da yoktur. Şiir insan, yaşamı, hayatı (hayat: değerlerle, manalarla yaşanan yaşam!) algı açıklığı ile duyar, düşünme açıklığı ile yaşar. İnsanca sahip olduğu potansiyeli, güzeli, doğruyu gözeterek gerçekleştirmeye çabalar.

              Şiir insan sanatla da var olmaya çalışabilir. Sanatla uğraşan herkesin şiir insan olduğunu söyleyemeyiz. Bilimle, inanç düzenlerine dayanarak da var oluşa şiirle durma olanağı elbette vardır.

              Bir edebiyat türü olarak şiirle uğraşanlardan galiba çok azı şiir insandır. Manzumeciler, “mukallitler”, asalaklar, şiir memurları, dar kafalı nesir gözlü öğretmenler şiiri istila etmiş olabilir. Belki hayatın tuhaf bir cilvesi olarak şiir insan maskesiyle dolaşabilecek kurnazlığa sahip olanların yazıp çizdikleri “başarılı” şiirler olarak görülebilir. Şiir insan olma, o bakımdan, istenen, beğenilen şiirler üretme güvencesi vermez. O insan Foucault’nun dediği gibi yaşamını şiirlemiştir, şiiri hayatıdır.

              İnsanı böylesine kesin bir yargıyla şiir insan-nesir insan diye ikiye ayırmak, onu anlamada çok sığ ve kaba bir başlangıç olmuyor mu? Olmuyor. Her insan dünyayı zaman zaman şiir, zaman zaman nesir olarak yaşayabilir. Nasıl anlaşılabilir, bilinebilir, bilmiyorum ama bu dünya denen gezegende şiir insanlar çok azdır. Hele kapitalist dünyanın acımasız çarkları arasında bir koşuşturma içinde sömürünün, zulmün, kan ve savaşın acılarıyla yaşarken, bize içimizdeki şiirin sesini duyurabilecek şiir gücümüz oldukça azalabiliyor. Şiiri duymanın, yaşayabilmenin bedeli ağır olabiliyor.

              Burada şiir, nesir, yerine göre düzyazı sözcüklerini öncelikle edebiyat terimleri alanı içinde görmüyorum. Hayata şiir olarak durmak, bir tavırdır, bir edâdır. Güzeli, erdemli olanı sezebilmek, duyumsayabilmekle ilgilidir. Şiir duruşu, sanılabileceği gibi ayağı yerden kesilmiş, baştan aşağı duygusal bir “romantik” tavrı zorunlu kılmaz. Şiirce durulan hayat, dayatılmış algıların, günlük kaygılarla yaşanan çıkarların, siyasal hesapların ötesinde bir dünyayı yaşama imkânını karşımıza çıkarır. Şiir, gerçek diye anlaşılanın içinde sıkışmış hayatı aralar, havalandırır. Bu tavır, “gerçekten” kaçıp, düşlerin kovuğuna sığınarak, uyduruk bir dünyada yaşamayı gerektirmiyor. Haşim yaşarken, örneğin Kerim Sadi’nin, Nazım Hikmet’in Haşim’i kendi bireysel kafesi içine sıkışmış, dünyadaki haksızlıklara karşı çıkmayan biri olarak görmeleri, hatta Nazım’ın gördüğüm yerde Haşim’i döveceğim türünden kızgınlık sözleri (Bu konuda ayrıntılar için BA’ya bakılabilir.), Haşim’in şiir insanlığına dar bir açıdan bakmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Nazım da Haşim de şiir insanlardı. Yaşama, hayata şiirle durdular. Şiir gözlüğüyle baktılar. Bunun acısını çektiler, tadını yaşadılar. İnsanın belli bir dünya görüşünde olup olmaması, karakteri, şiir insanlığını doğrudan etkilemiyor. Bir duyarlılıkla geliştirdiği şiir bakışıyla güzeli, doğruyu, soyluyu (insan soyuna yakışan anlamında!) yaşamaya çalışır şiir insan. Bilge, veli, hakîm değildir, elbette. Çelişkileri, yanlışları, kıskançlıkları, nesir insanın anlayamayacağı “tuhaflıkları”  vardır.

                                                           ***

              Haşim’in şiirlerine “belli duygular uyandırmak için yazılmış, sözcüklerle çizilen resimlerdir” yargısıyla yaklaşarak, bu “resimlerin” ardında belli bir hayat, insan, varlık (ontos)  anlayışı yoktur yargısı, onu yorumlamada dar bir anlayıştır. Nesirlerinin arkasında da Mehmet Kaplan’ın yargısına ters düşecek biçimde “bağlantılı bir hayat görüşü” olduğunu düşünüyorum. (MK, s.IV)

                                                           ***

              Haşim’e göre, yaşadığımız ortak dünyanın iki temel görünüşü var: Gündüz ve gece. Gündüz, nesir; gece, ayın ve yıldızların ışığında şiirdir. Bu açıdan o, ontolojik olarak tek bir dünyayı kabul eder. “Öte” yoktur. Başka bir dünya yoktur; tek bir dünyanın farklı görünüşleri vardır, o görünüşlerin ağırlığında yaşayan çoğunluktaki nâsir, düz yazıcı, düz yaşayıcılarla şiir duyan, şiir insanlar vardır. Şiiri olanaklı kılan gecedir, gecenin sağladığı hayaldir. Hayal, şiiri besler. Hayali besleyense insanın algı gücünün ufuklarına yansıyan “güzel”dir. Varlığın insana verdiği yaşam enerjisi, şevk, coşku, teheyyüc, heyecan, güzeli aramaya götürür insanı. Batılı insanın Eros’u, Haşim’de “tenâsülî hayat” olarak, onu güzeli aramaya yönlendiren bir güçtür. Freud’u okuduğu, onun “libido” kavramından dolaylı da olsa etkilendiği anlaşılıyor. (T3E, s.181-185; TE4,s.160) Haşim’in erotik duygularının yüksek olduğu biliniyor. (, s.83; YK, s.16,18)

              Çirkin görünen gerçekten hayale, hayalden beslenen şiire, şiirle yükselerek güzele giden bir Haşim yolculuğu var karşımızda. Varlık kendini insana şiirle de açabilir. Bu savımızı onun “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” adlı yazısını yorumlayarak açmaya çalışalım. (TE1, s.61-67)

              Şiir duymaz düz yaşayıcılar, şiiri manzume sanır, onu bir “fikir yığını”, bir öyküleme tekniği olarak görür. Oysa şiirin kendine özgü bir dili ve varlık yapısı var. Bu dili duymak hazırlık gerektirir. Şair bu anlamda ne bir hakikat habercisi ne bir söz şaklatan ne de bir kuramcıdır. Şiirle bağ kurabilmek için düz algının, düz hayatın dışına çıkmak, düz yazıyla simgelenen yaşam biçiminin bağımlılığından kurtulmak gerek.

              Düz yazı akıl ve mantıkla gerçekleşir. Düz yazı ehli, erbâb-ı nâsir, hayatı geometrik bir kafayla, hesap kitapla yaşarlar. Oysa şiir, şiir duyargalarımızla, şiir antenlerimizin gücüyle erişebileceğimiz duygu ufkuna yansıyan (ufk-ı mahsüsata akseden!) sıradan algının dışındaki yaşantılarla duyulabilir. Şiirle nesrin aralarında neredeyse hiçbir ortaklık yoktur. Aralarında bir uçurum olduğu söylenebilir. Örneğin, “Ölmek” şiirinde Haşim, kahrın Sinâ’sının yüksek doruğuna yükselerek oradan hayal kırıklıklarının umutsuzluğu tanıyan boşluğuna düşmek ister. Belki de “Firaz-ı zirve-i Sinâ-yı kahr”, güzele doğru uçmak için kanat açmaya çalıştığı yaşam doruğudur. Güzele yolculuk kahırlıdır elbette, şiirin yolu oradadır ama hayat ne kadar izin verebilir ki? Çıkılan yüksek doruktan “cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsran”a düşersiniz. Dünya, duyabilene, karanlığındaki ışıkla, şiirle varılabilecek güzeli duyurur.

              Düz yazıdaki yapmacık şiir, ondaki anlaşılırlığı ve tutarlılığı sahte bir hâle sokar, şiire sokulmaya çalışılan nesir ise şiiri gölgesiz şiir kılar. Ne şiir düz yazıya ne düz yazı şiire dönüştürülebilir (kabil-i tahvil değildir!). (“Nesir” ve “düz yazı” sözcüklerini birbirlerinin yerine kullanıyorum.)

              Bu iyi anlaşılmalı: “Yevm-i hayatın”, günlük sıradan yaşamın şiiri düz yaşanarak duyulmaz. Yaşamdaki şiiri görebilmek için “tebdil-i mâhiyet” gerek. Hayatın içindeki yapısal dönüşümü sağlamak gerek: Dünyadaki çirkinliği güzele dönüştürecek bir simyacıdır şair. Çirkin gerçeği “istihale edecek”, başkalaştıracak gücü olmalı şairin.

              Sözün şiire dönüşmesi şiirde “elektrik ceryanı nev’indeki” şiir akımı (seyyalesi) olmasıyla gerçekleşir. Şiirdeki elektrikle söz, güzele doğru kanat açar.

              Bu elektriği anlamayanlar, onu akıl, mantık, anlaşılabilirlik cenderesi içine sokmaya çalışırlar. Bu, şiiri öldürüp teşrih masasına yatırıp kesmeye benzer.

              Oysa şiir sessiz bir şarkıdır. Türküdür. Müziktir, sözcükler dönüşür orada, günlük anlamları kararır. İşte o zaman şiirin dalgalanan müziğini duyan ruh, onu “ahengin lezzetiyle telâfi eder.” Şiir, sıradanlığından arınarak, bir müziğe dönüşen dille güzele yapılan yolculuktur.

              Güzelin kendisi yalnızca “hissedilebilir”. Akılla anlaşılmaz. Defne ormanında yapraklar arasına saklanmış bal kavanozudur, şiirdeki mana. Okur, o saklı kavanozu göremez, çevresinde dolaşan arıların kanat seslerindeki ahengi, o ahengin yarattığı müziği duyar.

              Şiir, okuruna sonsuz yorum olanakları açar. Şiirin kendini sunuşundaki hoşgörünün sınırı yoktur. Yaşamımızın, algı gücümüzün kendisindeki “müphem ve seyyâl” (belirsiz ve akıcı) şiiri duyduğumuzda, edebiyatın içindeki şiiri hakkıyla değerlendirebiliriz. Şiir, varlığın, var oluşun, dünyanın, insanın duyuş ufkunun içindedir. Bunu günlük dile dönüştürerek edebiyata aktarabilmek, şairin varlıkla, hayatla, insanla kurmaya çalıştığı ilişkinin başarısına bağlıdır.

              Ne yazık ki bu yaşamın çekirdeğindeki, kültürel yeryüzünün magmasındaki şiiri çok az insan duyabilmektedir. Şiir kapıları herkese açık değildir. Yine ne yazık ki bu durumu sömüren edebiyat asalakları (tufeyliler!), sanat memurları, edebiyat hocaları vardır. Onlar şiiri nesir düzleminde anlarlar. Oysa şiiri duymak, bir “asabi teçhizat”, bir duyarlılık donanımı gerektirir. Oysa o asalaklar ve memurlar, edebiyatı, imla, dilbilgisi, okuma bilgisi olarak anlarlar. Şiir bulanıktır, belirsizdir, bu özelliği ona okuyanı güzelliğe ulaştırma gücü verir. Okura sonsuz saygısı vardır şiirin, anlamını hep saklar, dikte etmez.

              Dikte edilmeye yatkın, ezberci, yorum ve eleştiri gücünden yoksun bir kültürün şiir damarları kesilmiş demektir. Şiir damarları kesilmiş bir kültürün hayat damarları kesilmiştir.

                                                                       ***

              Haşim’in tek bir dünyanın yorumuyla ortaya çıkan farklı dünyalarda yaşadığını düşünüyorum. Bu dünyalardan ilki, başkalarıyla birlikte yaşadığı ortak dünyadır. Bu dünya ona huzur vermemiştir. Bu dünya, şiirlerine, yazılarına, günlük yaşamın toplumsal, ekonomik boyutlarıyla pek yansımıyor. Osmanlı yıkılmak üzere, Birinci Dünya Savaşı yaşanıyor. Üstelik Çanakkale Savaşlarına katıldığı halde şiir ve yazılarında nedense bunların pek izi yok. Arada bir Cumhuriyetten, Gazi Mustafa Kemal’den söz ettiği oluyorsa da, ortak dünyayı daha çok mektuplarında yoğun biçimde yaşıyor. Mülakatlarında, seyahat yazılarında bu dünya hakkında yorumlar yapmıyor değil. Genel tavrı, bu dünyayı paranteze alarak, kendi dünyası ile sınırlandırmaya çabalamasıdır.

              Dışındaki ortak dünyayı yoğurduğu kendi dünyası onun yaşadığı ikinci dünyası oluyor. Bu dünyaya can dünyası diyorum. Bir can olarak Haşim, bu dünyayı bedeni, duyguları, düşünceleri, çevresiyle, ilişkileriyle yaşıyor.

              Başta bedeni, kendini çirkin bulduğu için ona acı veriyor. Erken yaşlarda sağlığını yitiriyor, hastalıklarından çok çekiyor.  Bağdat’ta geçen çocukluğunun ardından annesini yitirdikten sonra babasıyla İstanbul’a geldiğinde “Arap Haşim” olarak küçümseniyor. Ömür boyu Araplığı ona çok acı veriyor. Geçim sıkıntısı çekiyor, çevresinin, dostlarının onun değerini bilmediğini düşünüyor. Örneğin Yahya Kemal’e elçilik verildiği halde ona geliri yüksek, kalıcı bir iş bulunamamasının acısını çekiyor.

              Can dünyası acılarla dolu olmasına rağmen Haşim’in can gücü çok yüksektir. Cinsel dürtüleri şiddetlidir, yaşama sevincini duyarak yaşamdan keyif almasını bilir. Şenlikli, ateşli, dolu dolu yaşar, canlı biridir. (Can dünyasının ayrıntıları için , , BA ve YK’a bakılabilir.)

              “Melâl”, burada bir melankoli, bir spleen, ağır bir bıkkınlık, iç sıkıntısı olarak anlaşılmamalı. Haşim’in melâli, bir hasreti, yoğun bir özlemi yansıtır. Bıkkınlık, yorgunluk, vazgeçme, yılgınlık taşımaz. İçinde bir hüzün gücü barındırır. Hüzünden farkı, içinde yoğun bir başka dünya özlemi bulundurmasıdır. Siyah, sarı, kırmızı renklerle, yıldızların ve ayın ışığı altında yaşanan ayrılık acısının hüznüdür.

              Haşim, ağır yaşam travmaları yaşamış, çökkün, içine kapanık biri değildir. Kahveye gider, sokağın eğitimsiz, edebiyattan anlamayan, sıradan insanlarıyla tavla oynar, dedikodu yapar, küfürlü konuşur. Onun can dünyasında melâl yoktur. Melâl düşlerle yaşadığı dünyalarda vardır. Can dünyasında elbette yalnızlık çeker, dost arar; kavga eder, hemen barışır; saftır, çabuk incinir, kolayca kandırılabilir. Öte yandan kuşkucudur, güvensizdir, korkuları vardır. Yakup Kadri’nin deyimiyle “hayat” gibidir, gelgitlerle, çelişkilerle dolu. Öldüğünde yakınında olan arkadaşlarının çoğuyla küstü. Kırılgandı, alıngandı. Kendisine yapılan saldırıların altında kalmazdı ama.

              Çocuktu. Oyun oynamayı, hayal kurmayı severdi. Birlikte yaşadığı insanlardan farklıydı. Farklı düşünür, farklı algılardı. Çok zeki, duyarlı biriydi. Hem ruh yapısı hem çocuklukta yetiştiği ortam hem algılama, kavrama gücünün yüksekliği onun birlikte yaşadığı insanlarla çatışmasına yol yol açmıştı. Kıskançtı. Güzel yalnız onun olsun istiyordu.

              Can dünyasını dışına çıkabilmesi, üçüncü dünyaya, edebiyattaki şiir dünyasına adım atabilmesi, kendi anlatımıyla bir rastlantı ile başladı. Kendi sözleriyle: “Küçükken edebiyat denen “şey”i sevmezdim, şiirden filan iğrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardı. Muharebede öldü zavallı; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltuğunda bir sürü kitapla hafta başlarında bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasında Naci ve emsalinin şiirleri de vardı. Ben bunları her görüşümde:

-Uğraşacak şey mi bulamadın?.. diye zavallıya takılırdım. Sonra o orduya gitti. Kitapları bize kaldı”

              Haşim bu kitapları karıştırırken yazılanlara birden ilgi duymaya başlar. “Sonra”, der, “nasıl bir boş bir dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Ve bir şiir yazdım. Bu benim ilk şiirimdi. Fakat bir anda o kadar saçma ve mânasız buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attım. Bir gün, arkadaşlardan biri çekmecemi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve benden habersiz, o zamanlar yeni intişar etmeğe başlayan Mecmua-i Edebiye isminde risaleye göndermiş.” (TE4,s.163)

              Bu şiir “Hayal-i Aşkım” adını taşır. Mart 1901’de Haşim 16 yaşındayken yayımlanmıştır. Bu şiirle açılan edebiyattaki şiir kapısı onu ortak dünya, can dünyasının ötesinde üçüncü dünyaya buyur ediyor: Edebiyattaki şiirle büyüyen hayal dünyası. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle:

                                                           Münfail bir semâ-yı giryanın

                                                           Zerd-î-i iğbirârı altında

                                                           Münkeşif; bir hazan-ı nâlânın,

                                                           Gird-bâdî-i gam-nisârında

              “Gücenmiş bir ağlayan gökyüzünün kırgın solgunluğu altında keşfedilmiş, ağlayan son baharın gam saçan kasırgasında” diye başlıyor şiir. (Elbette onu nesre çevirmedim! Sözcükleri belli bir yorumla yeni dile aktarmaya çalıştım!) Gücenip ağlayan, inleyen terk edeceği dünyasıdır. Bu solgun, iniltili hazan mevsiminde bir solgun gül, sarı bir gülümseyen yüz görür. Bu yüz, yorgun, titreyen elleriyle şairin üzüntü yağdıran ruhuna sarı, buruşuk bir çiçek verir.

              Bu çiçekle dünya değişmeye başlamıştır. Yaşadığı ortak dünyanın, onu düşüncelerine, duygularına, ilişkilerine taşıdığı can dünyasının ötesine geçerek, edebiyattaki şiirle açılım yapacağı yeni bir dünyanın hayalleriyle yaşayacaktır artık.

              Bu dünya, örneğin “Hilâl-i Semen” (Beyaz Ay) şiirinde şöyle görünüyor: Küçükken büyük annesi Haşim’i alnından tutar, “Bana bak güzelim” derdi. Sonra yeni çıkan aya bakar, kaygılı dudağı bir ağlama saklardı. Büyük annesinin gözleriyle görürdü yeni çıkan ayı. Beyaz Yeni Ay, kararttığı görmek istemediği, kaba, çirkin, acı verici dünyadan kurtulma olanağıdır. Bu yeni dünya, göğün sesini dinleyerek büyük annesinin duasıyla oluşmaya başlıyordu. Bu noktada, Haşim’in gelenekten kopuk olduğu savı bana abartılı bir sav gibi geliyor. En azından, coğrafyanın, çocukluğunun geçmişine sıkı sıkıya bağlıdır. Edebiyattaki şiirde kullandığı dil onu geçmişinden zaten koparamaz. O ne tarihi olmayan ne de vatansız biriydi. Geçmişini, vatanını “güzel”in ardına düştüğü zor bir hayatın içinde arıyordu. İşte üçüncü dünyası, edebiyatta şiiri aradığı dünya, ona böyle bir hayatın kapılarını açıyordu. Bu, çok bilincinde olduğu, kuramsal, “geometrik” bir arayış değildi. Dürtüleri, sezgileri, farklı yapıdaki algı gücü, duyarlılığı, şiir insanlığı onu yönetiyordu.

              Büyük annesinin gözlerinden seyrettiği yeni ay, ona yeni dünyasında hakikatin “güzel”le yoğrulmuş perdelerini açmaya çalışacağını söylüyor. Kelimelerle oluşan dilin şiiri keşfedildikçe edebiyattaki şiir giderek güçlenecek, Haşim’i başka dünyalara çağıracaktır.

                                               Ben ki efsane-i tahayyülden

                                               Hep hayatımda bir emel taşıdım

              Şimdi düş gücünün şiirle gelen etkisiyle sevgilinin gözlerinde yeni bir dünyanın cennetinde yaşamak istemektedir.

              Efsane-i tahayyül, hayal kurmanın bir güç olduğu efsanesidir. “Seher” şiirinde

                                               Tuyûr-ı fâniye-i âlem-i tahayyül ü hâb

Diye nitelediği, benim düş gücü kuşları olarak yorumlayacağım kuşlar, “uykunun ve hayal kurma âleminin ölümlü kuşlarıdır. Tûyur-ı tahayyül, düş gücü kuşları, tan ağarırken ağaçların tepesinde bekleşir. Güneş yükselince kuşlar “esir-i ufk-ı  türâb”, toprağın ufkunun tutsağı olacaklardır. Düş olanağı kısa bir zaman aralığındadır: Güneş doğarken ya da batarken. İlkinde güneşin aydınlığı, ikincisinde karanlık düş gücünü tutsak kılar. Dünya düşe belli koşullarda izin vermektedir.

              Düş gücü kuşlarını bu dünyadan uçurabilenler bu dünyanın karanlığından da aşırı aydınlığından da kurtulabilirler.

              Haşim edebiyatta keşfettiği şiirle bunu sağlamış, oradan da dördüncü dünyasına sıçrayabilmiştir. Bu dünya, yaşamdaki, hayattaki şiir dünyasıdır. Şiir yalnız sözcükler âlemiyle sınırlı değildir. Taşar oradan, düş gücüyle bir yaşam olan şiire ulaşır.

              Düş, düşünmede de olduğu gibi genellikle yanlış anlaşılır. Düşünme, günlük yaşamda genellikle başımıza bir iş geldiğinde gerçekleştirdiğimiz bir süreçtir, “Karadeniz’de gemilerimiz batınca.” Düşünmek için düşünmeyi, bir şiir olan düşünmeyi, bir düşünce dünyası yaratmak için düşünmeyi bilmeyiz.

              Düş, hayal, hayal kurma, tahayyül, bizi yaşamdan uzaklaştırır, karşılaştığımız sorunların üstesinden gelmeye yardımcı olamaz. Sorunlar ancak gerçekçi insanlar tarafından çözülebilir. Böyle düşünülür. Oysa gerçekçilik, hayal gücümüzün sorun çözümüne katkısını görebilmek demektir. Haşim, gerçeği bir yana bırakıp kendi kurduğu uyduruk düş dünyasında yaşayan biri değildir. Nesirlerine bir bakın, ne denli keskin gözlemci olduğunu görürsünüz. Bilimde, teknolojide, felsefede etkili görüşler, düş gücü ile ortaya atılabiliyor.

              Yaşama karışmış şiir, onun varlığa bakışını da dönüştürür. Düş gücü kuşları onu bilimin açıklamaya çalıştığı, teknolojinin ele geçirmeye uğraştığı ortak dünyanın ötesine, şiir olan bir hayatın yaşandığı dünya anlayışına götürmüştür. Yakup Kadri Haşim’in bu dünyaya yol açan tavrını şöyle dile getiriyor: “… gelin kâinatı izah ve tefsire çalışacağımıza, onun zevkini sürmesini bilelim. Bakınız yıldızlar ne güzel…Bunlar belki bizim cetlerimizin zannettiği gibi lâcivert kubbeye çakılı bir takım altın başlı çivilerdir. Ay, belki gövdesini arayan bir serseri kafadır. Belki güneş, eskilerin itikadına göre bir ilahtır. Belki, yer yuvarlak bile değildir. Belki dünyanın coğrafyası, hâlâ Herodot’un tespit ettiği hudutlar içindedir.” (YK, s.33-34)

              Bu dünyada varlıklar hayalle yoğrularak yaşanıyordu. Oysa ortak dünyada, can dünyasında “inatçı ve kemirici bir sıtma ateşi vücudunu için için kemirirken, o aydınlık deniz kıyılarında bir tatlı yaz hülyası kuruyor ve bir hastane odasında müthiş acılarla kıvrandığı bir anda yan gözle ve manalı bir bakışla, yanına girip çıkan beyaz tenli genç Alman hemşiresini süzüyordu.

              -Hayat bir fettan kız gibi karşımda göbek atıyor” diyordu. (YK, s.35)

              Artık böyle bir dünyada gördüğü gerçeklik bir zevk-i tahattur” olmaktadır. “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinde

                                                           Kuşlar mıdır onlar ki her akşam

                                                           Âlemlerimizden sefer eyler?

Derken, kastettiği kuşlar tûyur-ı tahayyüldür. Bizi acı veren bu ortak dünyadan şiir olan hayatın dünyasına götürürler. Orada akşam olur, akşamda Hâşim göllerde bir kamıştır artık.

              Ortak dünyanın acıları ve hastalıkları içinde ardına düştüğü “güzel”, düş yolculuklarıyla aranırken sözcüklerden oluşmuş şiire dönüşür, Haşim onu okurla paylaşmak ister. Karanlıklar içindeki dünyada mehtabın büyüsünü görür ve okurlar için onu yere serer. Düşleri yere, ortak dünyaya edebiyatla indirip okuru şiir olan hayata tekrar çıkarmaya çalışır. “Ka’ri’e” şiirinde

                                                           Ka’ri bu kitabın gecesinde

                                                           Mehtabı seninçün yere serdim

sözleriyle yere serdiği, hayatın düşlerle yoğrularak büyülü kılınabileceği gerçeğinden oluşan şiir halısıdır. Okur o halıda yürüyecek, sonra tûyur-ı tahayyül, o halıyı bir şiir olan hayatın yaşandığı dünyaya uçuracaktır.

                                                                                                          ------------------------------

                                                                                                          Kasım-Aralık 2016, Ankara

 

               

 

* Bu çalışmamda yazımda kullandığım kısaltmalarıyla şu kitaplardan yararlandım:

1. , Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006

2. , Ahmet Çoban, Çöller ve Göller Şairi Ahmet Haşim, Akçağ Yayınları, Ankara, 2009

3. BA, Beşir Ayvazoğlu,  Ömrüm Benim Bir Ateşti, Kapı Yayınları, İstanbul, 2016

4. YK, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010

5. MK, Ahmet Haşim, Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, Hazırlayan: Mehmet Kaplan, Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, İstanbul, 1969

6.TE1, Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, Hazırlayanlar: İnci Enginün, Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul,2012

7. TE2, Ahmet Haşim, Bütün Eserleri-2, Bize Göre, İkdam’daki Diğer Yazılar, Hazırlayanlar: İnci Enginün, Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul,2010

8. TE3, Ahmet Haşim, Bütün Eserleri III, Gurebahâne-i Laklakan, Diğer Yazıları, Hazırlayanlar: İnci Enginün, Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul,2004

9. TE4, Ahmet Haşim Bütün Eserleri IV, Frankfurt Seyahatnamesi, Mektuplar, Mülakatlar ve Kaynaklar, Hazırlayanlar: İnci Enginün, Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul,2012

 

25 Ekim 2024, 13:32 | 20 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*