KARŞILAŞMA AHLAKI ÜSTÜNE BAZI DÜŞÜNCELER
KARŞILAŞMA AHLAKI ÜSTÜNE BAZI DÜŞÜNCELER
Karşılaşmayı bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Karşılaşamayan insanların birarada olduğu bir dünyada. Ne olur karşılaşamayan insanların birarada yaşadığı bir dünyada? Karşılaşamama, “sosyolojik”, “psiko-sosyolojik”, “antropolojik” bir olgu değil! Bir onto-ethik özellik. İnsanın varlık yapısından kaynaklanan, bir ahlaksal yaşam özelliği. Karşılaşamama ne gibi bir yaşama biçimine (Lebensform) yol açar? Karşılaşamayan insanların birarada yaşadığı dünya, nasıl bir dünyadır? Yüzyıllardır yaşadığımız, bin yıllardır ömür sürdüğümüz bu dünyadır. Bu dünyada karşılaşabilen insanlar oldu mu? Yeniden, yeniden soralım: Ne olur karşılaşmanın olmadığı bir dünyada?
Kokuşma başlar sürer. İnsanların birbirlerini insan yerine koymadığı bir dünyada, birbirlerini, damgalayarak, kalıplar içinde, önyargılarla gördüğü bir dünyada, yaşam kokuşur! Birbirlerini darlaştırarak, kafalarındaki çerçeveler içine sıkıştırıp gören; güveni, sevgiyi, saygıyı, yaratmayı, canlılığı, sevinci, keşfi, özgün arama, araştırma, beklentilerini, yaşayamayan insanların oluşturduğu dünya kokuşur! Birbirini kullanmaya, denetlemeye, sömürmeye çalışan, içten anlama isteği yerine, düzeni sürdürmek için gerekli davranışlarda bulunmayı, dıştan uygun, uyumlu görüntüler vermeyi seçen, kendi yarattıkları daracık dünyalarında, konforun, ekonomik, teknolojik olanakların rahatlığıyla sığlığı seçen insanların ilişkileri kokuşur! Ne birbirlerini ne de kendi içlerini göremeyen insanların, doğaya, evrene, bilgilerine, duygularına, sezgilerine, düşüncelerine, bedenlerine, içinde yaşadıkları, kültürel, ahlaksal, toplumsal, siyasal, ekonomik düzene bakışları kokuşur.
Karşılaşamayan insanların yaşadığı dünyada, estetik, ethik değerler kokuşur. Kendi olmaya, kendine özgü yaşama erişmeye çabalayan insanların umutları kalmaz.
Elbette, adâletin olmadığı, insanların açlıktan, anlamsız savaşlardan öldüğü, sömürüldüğü bir dünyada insanların karşılaşabilme yaşantısı (Erfahrung) yaşayabilmeleri çok zordur. Karşılaşabilme, bir anlamıyla alt yapı yeterliliği gerektiriyor. Unutmayalım ki, sosyo-ekonomik düzen karşılaşabilme yaşantılarını belirliyorsa, karşılaşma yaşantıları da sosyo-ekonomik düzeni etkiler. İnsan onto-ethik yapısı gereği, karşılaşabilme olanaklarıyla doğmuştur. İçinde bulunduğu koşullar olanağın gerçekleşmesini engelleyebilir. Bu olanağın keşfi ve geçekleştirilmesi ahlakın çok önemli bir sorunu olarak görünüyor. Elbette, keşif ve gerçekleştirme bir dereceye kadar öğretilebilir. Güzel bir dünya için, haksızlığın giderek kaldırıldığı, insanların kendilerine yakışan yaşamaları oluşturabildiği bir dünya için, insanların karşılaşma yaşantılarını tanımaları, yaşayabilmeleri, hiç değilse yaşanmasındaki sorunları anlayıp tartışabilmeleri gerekiyor.
Öyleyse, tartışmaya başlayalım: Nedir; karşılaşma?
Birbirlerinin önlerine çıkan insanlar, karşı karşıya gelme durumlarını karşılaşma olarak yaşamayıp, yaşamda kalma, yaşamlarını ne olursa olsun sürdürme telâşı içinde farklı yaşantılara sahip oluyorlar. Birbirlerini bir tehdit olarak algılayıp, çatışma içine girebiliyorlar. Çatışma, bir kalıplama ardından bir denetleme sürecidir. Önce “tehlike” “kalıbı” ile kalıplanan “karşımızdaki”, ortadan kaldırılması için üzerine atılım yapmamız gereken düşman oluyor. Yine kalıplama, denetleme mengenesi içinde, karşımızdakini yutabiliyoruz; yutma, karşımızdakini kendimize indirgememiz demektir. Karşımızdakini yok etmek, ortadan kaldırmak, ortadan kaldırdığımızı kendimize katmaktır. Diğer bir karşılaşamama durumu, karşımızdakini kullanmak, sömürmek, çıkarlarımıza âlet etmektir. Kullanmak, “karşılığını” ödeyerek de gerçekleştirilebilir. Anlaşma, uzlaşma da kimi durumlarda karşılaşmaya katkıda bulunmayabilir. Ne çatışır, ne karşımızdakini yutarız; ortak çıkarlara uygun bir yolda birbirimize “zarar vermeyebiliriz”, birbirimizi “görmeyebiliriz”; anlaşırız ama. Belki birbirimizi görmemek için anlaşırız. “İşimiz görülsün”, işler yolunda yürüsün diye. Burada bir “yutma”, “yutulma”, çatışma durumu değil de, bir “ilişmeme” durumu söz konusu. İlişmemenin daha da olumsuzu diyebileceğimiz bir diğer karşılaşamama hâli, “yok sayma”dır. Taraflar birbirlerini karşılıklı olarak yoksayarlar. Görmezler. Birbirlerine “yok gibi”, “hiç yaşamamışlar”, “hiç yaşamıyorlarmış” gibi davranırlar. Yoksayma, tek yönlü de olabilir!
Karşı karşıya gelme durumlarından biri “ağırlama”dır. Ağırlama da karşılaşma durumu taşımayabilir. Ağırlama, karşılaşma’nın dışında bence, karşı karşıya gelmenin en düşündürücü olanlarından biridir. Ağırlamada, karşılaşıcılar, karşı karşıya olanlar, ağırlayan ve ağırlanandırlar. Ağırlayan, ağırlama adâbı içinde karşı tarafı hoş etmeye çalışır. Ağırlama, çok incelik isteyen bir karşılama’dır. Ne abartma, ne takdir etme yetersizliği olmalıdır: Ağırlayan , ağırlananı ikrâmıyla ezmek istemez, ikrâmı eksik bırakmak da. Burada karşılaşmadan çok karşılaşma kaygısı öndedir: Konuktur, karşılanan. Tanrı konuğudur kültürümüzde: Bize emânettir! Yüzü, ilgilendirmez bizi, yüzünün taşıdığı cânın kim olduğu değildir temel kaygımız; konuğa, kendimize, konukluk ahlakına (çoğu kez töreleşmiş biçimiyle) saygı önde gelir, karşılayan olarak, ağırlayan olarak. Karşılanan, karşılayanı üzmek, zora sokmak istemez. Sık andığım, bir şair dostun sözleriyle Ağırlanan olarak, konuk geldiğimiz kapıyı tedirgin çalarız, ağırlayan bizi mahçup uğurlar! Saygının temelde olduğu, muhabbete dönüşmeye hazır bir kaygıyla sürer ağırlama!
Karşılaşmaya ağırlamayla girmek anlamlı olabilir: İnsanların birbirlerinin yüzlerini, cânlarını görerek ağırlamasıyla başlıyor karşılaşma.
Karşılaşma karşısı olanın başarabileceği bir eylem. Karşısı olan, karşılaşmaya açık, bunun için donanımlı olandır. Hazır olan, bilinçli, bilgilidir. Karşısını maskelerle, perdelerle, korkularla, ürküntülerle doldurmayan, tıkamayandır. Karşısı olan, dünyayı karşılamaya gönüllü, karşısına çıkabileceklerle savaşmaya, uğraşmaya, başına gelebileceklerin bedelini ödemeye hazır biridir. Karşısı olan, karşı karşıya geldiklerini karşılamayı göze almış olandır. Karşımızda olanı karşılayabilme duyarlılığı taşır.
Duyarlılık bizi onto-ethik açıdan iki temel varolma biçimi ile karşı karşıya bırakır: Önümde açılan bir ufkum, yürüyeceğim yol, sınayacağım düşünceler var. Karşım, açıklığım; dünyaya kendimi sunuşuma, dünyayı kendime kabul edişimi belirler. Karşım varsa gidebilirim; bana gelebilirler. Dünya bana gelir, kendini bana sunar, verir: Borçlu kalırım ona. Karşım varsa, açılıyor, bana doğru açılanları kabul ediyorum, buyur ediyorum demektir. Dünyayı “karşıma” aldığım, “karşım”dan ona doğru yürüyebildiğim için şükran duyarım. Borç ve şükran “karşı”mın oluşmasında, gelişmesinde iki önemli “yaşanan”. Borçluluğum, karşılama gücünü oluşturur; ödemem için kendimi aşamaya, kendimi karşılamaya hazır, açık tutmaya çabalarım. Yaşamak borçlu olmaktır: Cân verilmiştir. Borç olarak, emânet olarak verilmiştir. Verilmeyebilirdi. Yaşıyorsak, karşımız varsa, karşılaşama duyarlılığı içinde, kendimizi karşılaşmaya hazırlıyorsak, karşılaşma gücünü taşıyorsak, şükür etmeliyiz. Borç ve şükran, karşılaşma duyarlılığını arttırır.
Karşılaşma, diğer insanlarla olabildiği gibi, insanın kendisiyle de olabilir. Kimle neyle karşılaşacağız? Yanıtı baştan alırız: Kendimizle, “O”nunla, (“o”, “öteki”dir, karşımızda durandır!) Doğayla, evrenle, bilgiyle, duyguyla, sezgiyle, düşüncelerle, bedenle, politik güçle: Toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaksal düzenle.
Örneğin, doğayla nasıl karşılaşılır? Karşımızı açık tutar, doğanın karşımıza varmasını, karşımıza gelmesini bekleriz. Elbette, edilgin bir beklenti değil, karşının açılması. Doğa, beklenilmez yalnızca, doğaya gidilir. Doğanın çağrısını duyarak. Karşılaşma karşılıklı bir eylemdir. Eylemleşmedir. Doğaya bakmaya, onu görmeye hazır, karşımızda, önümüzde beliriveren dünyaya hayretle yaklaşırız. Doğa, daha önceki bakış çerçevem içinde, belli kalıplarla yaşanmış; karşımın dışına atılmıştır; karşı karşıya olduğum zamanlarda onu karşıma alacak beklenti ve donanım eksikliğinden ötürü, doğayı yepyeni bir açıyla, yepyeniliği içinde karşıma almak yerine, kafamın içindeki kalıplardaki kopyasını, çerçeveme koyduğum kopyasını görmeyi seçerim. Karşımın doğası olmaz böylece. Karşısında hiçbir şey olmamış, karşısı bomboş bir insansam, karşılaşacağım bir yer değildir, artık dünya.
Doğa, bir insan değil, karşılaşmamda katkısı nasıl olabilir? Çağrısını duyarak, demiştim. Doğanın çağrısı, onu karşımın dışındakini arşivleme bölgeme, kalıplama, sınıflama, yerleştirme bölgeme taşımamı engeller, duyabilirsem. Bu bölgeden çekip çıkarır beni. Yepyeni hâli ile görürüm onu. Görmeye hazırlamışımdır kendimi, karşılaşma duyarlılığım beni bu hazırlığa, bu görmeyi beklemeye götürmüştür.
Doğa karşıma yepyeni olarak çıkar, daha önce hiç görmediğim biçimde: Sonsuzluğu içinde. Tüm karşılaşmalarda, karşılaşanlar yepyeni ve sonsuzdur.
Kendimizle karşılaşmanın zorluğu şimdi çıkıyor ortaya: Kendimizi görmemizi engelleyen, toplumsal, kültürel biçimlendirmeler, psikolojik savunma mekanizmaları, sürekli olarak kendimizin yerine kendimizin kopyalarını koyar. Kendimizin kendimizi görme çağrısına kulak vermek, bu çağrıyı duyabilecek donanıma sahip olmakla olanaklı. Kendimizi yepyeni ve sonsuzluğu içinde görmek yine iki temel onto-ethik özelliğe ulaşma ile sağlanabilir: Göze alma (Wagnis) ve Sınama (Versuch)! Göze alma, kopyadan, kalıptan, alışılmıştan, dolayısıyla kolaycılıktan, rahatlıktan kurtulabilmek, karşımızı açmak, karşımızda olanın çağrısını duyabilme cesaretidir. Karşılaşma, “risk” içerir, tehlikeler taşır. Tehlike korkakları, alışkanlık düşkünleri karşılaşamazlar. Tehlikeyi, sorunları, yeniliği göze alanlar, karşı karşıya geldikleri sonsuzluğu araştırmaya, sınamaya, denemeye üşenmezler.
Kendimizle karşılaşma, karşılaşmaların en zoru olsa gerek. Yepyeni görebilmek kendimizi, tükenmemişliğimizi, sonsuzluğumuzu, bitimsizliğimizi: Bitimsizliğimizin içindeki bitimsizliğimizi. Kendimizi bir emanet olarak görüp, kendimizle karşılaşabiliyor olmanın şükran “duygu”suyla, kendimizle yaşamayı, öteki, ötekideki insanlarla, “yabancı”larla yaşamayı başarabilmek.
“O”, karşımda ise, görebiliyorsam, karşım açıksa, ötemde öteki var demektir. Karşım kapalıysa, “o”, orada, “herhangi biri” olarak kalacaktır. Herhangi birine: a) Kayıtsız kalabilir b) Düşman olabilir c) İnsan olduğu için saygı duyabilirim. Saygı ve ölçülülük, karşımın açılması anlamına gelmez. Kurallara uygun davranıyor olmam, insanlara saygılı davranmam, onlarla karşılaşmam demek değildir. Öteki, boş bir “x” olamaz. Öteki, ötemde olan, karşımın sınırlarında bulunandır: Ucumdadır. (Transcendental)
Karşıma aldığım, ötemde duranla karşılaşabilmem, ona güvenmemi gerektir. Güvenir, kendimi emânet ederim ona. O da güvenir kendini emânet eder bana, onun sorumluluğunu taşırım. Güven ve Sorumluk: Karşılaşmanın iki temel özelliği. Karşılaşanların birbirlerindeki yeniliği, sonsuzluğu görebilmeleri için Güven ve Sorumluluğun Saygı ile bütünleşmesi gerekir. Elbette, karşılaşanlar, varolabildikleri, cân taşıyabildikleri, hele hele karşılaşabildikleri için, yaşamın kendisine, içlerindeki sonsuzluğa şükran duyarlar; şükran insan olarak var olmanın borçlu olmak olduğunu bilmekten kaynaklanır. Borçlu olmak, şükran ve sorumluluğa yol açar.
Öteki, ötekidir, karşılaştığımdır. Karşımdadır. Karşılaşmada, karşılaşanlardan biri olarak,bendeki onu,bendeki beni, bendeki onları, bendeki bizi yaşarım. Bende o, öteki, ötedeki olarak vardır. Olanca sonsuzluğuyla. Karşılaşan beni, bendeki beni de yaşarım, karşılaşırken; ben ve ötekinin dışındaki insanları, onları; kendimle birlikte ötekini duyar, anlar, yaşarım.
Benzer biçimde, öteki, ondaki o’yu, ondaki beni, ondaki onları, ondaki bizi yaşar.
Karşılaşma, içinde yoğun yaşantılar taşıyan bir insan hâli. “Bilgi çağı”nda yaşadığını söylüyor insan. Peki, bilgisiyle karşılaşabiliyor mu? Yoksa, bilgiyi kullanma, ürüne dönüştürme, bilgi teknolojisi oluşturmadan mı oluşuyor bilgi çağı? Bilgisiyle karşılaşamadan mı bilgi çağını yaşıyor?
Bilgi “ezberleniyor”, “kullanılıp atılıyor; karşılaşmadaki güven öğesi, körü körüne itaat etmeye dönüşmüş. Kimse bilgiyi bir emâneti alır gibi almak istemiyor; bu, sorumluluk getirecektir çünkü ona. Emâneti korumak, geliştirmek, ona “iyi bakmak” gerekir.
Bilginin kendisi değil de, kullanımı, etkisi, işe yaralılığı onu bir araç olarak görmemize yol açıyor. “Araçtaki” yeniliği, sonsuzluğu araştırmak, bilgiçağı insanının pek gündeminde değil. Bilgiye borçlu duymuyor kendini. Onu hizmetinde olan, kölesi gibi görüyor!
Bilgiyle karşılaşabilenler, bilgisini içselleştirip onu yaşamıyla bütünleştirebiliyorlar. Bilgisini irdeleyebiliyorlar, onun “gücü” altında ezilmiyor, bilgisinin sınırlarını, dayanaklarını görebiliyor, onun yanında özgür olabiliyorlar.
O zaman sormalı; burada çok kısa iki örneğini verdiğimiz, bilgi ve doğanın dışında, kendimizin dışında kalan karşılaşmalar nasıl gerçekleşir? Duygularımızla karşılaşabilir miyiz? Tek tek nesnelerle, örneğin?
Elbette karşılaşma, bir doruk yaşantı.(Peak Experience) Karşılaşma, bir benzetme ile dokunmadır. Türkçede “dokunma” “dokumakla” ilgili. Karşılaşma, zor bir kumaşı dokumak gibidir. Dokunma,, değme anlamı da taşıyor. Karşılaşanlar birbirlerini dokur, birbirlerine değerler. Karşılaşma dokunaklıdır, bir “içlenme”dir. Karşılaşanların dönüştüğü bir eylemdir. Karşımızı açmak, kendimizi geliştirmek, donatmakla başlar; karşımızı görmeye başlarız, ötekini örneğin; öteki de bizi görür, görüşürüz, görüşme karşılaşmaya döner, karşılaşma birlikte kotarılan bir eylemleşmedir. Görüşenler dönüşür, görüşme dönüşür, karşılaşanlar dönüşür, karşılaşma dönüşür.
Karşılaşma, bir keşif olabilir. İnsanlar, birbirlerinin karşılarından geçerek, insanı, yaşamı, dünyayı keşfedebilirler. Buna buluşma diyorum. Karşılıklı bulma analamında.
Karşılaşma cânı olan insanların bir başarısıdır. Cânın açılması, canâna, ötekine doğru yola çıkmasıdır. Cânların buluşmasıdır. Cân, kendini diğer cânda bulur. Karşıma alabildiğim cânla karşılaşmak için yollara düşerim. Giderim. Gelir. Ben gelirim, o gelir, gelişiriz. Birbirimize geliriz.
Karşılaşma duygu çalkantılarıyla yaşanır. İçinde, insan duygularının her çeşidi bulunabilir, sevgi, nefret, kıskançlık, hınç gibi. Bunlar geçici hallerdir: Yürümeye, keşfe, buluşmaya yardımcı olurlar.
Karşılaşma çok zor. Her türlüsü çok zor. Karşılaşmanın dereceleri yok. Karşılaşmaya yakın yaşantılar var elbette. Yaşamak borçlu olmak demek. Karşılaşabilmeyi başarmak bu borcu ödeme yollarından biri. Yaşamın anlamlarından biri. “Neden yaşıyorsun?” sorusuna verilebilecek, düşündürücü yanıtlardan biri: “Karşılaşmak için yaşıyorum.”
Kasım, 2001, Adana.