GELEN İZ

GELEN İZ

GELEN İZ

            Gelenek gelen ek değildir. Ek değildir gelen. Gelen, gelmekte olandır. Gelecek olandır. Geçmişten gelen, geleceğe açılan beklentilerle şimdide bir bütün olarak yaşanır. Gelen ek değildir. Gelen, yorumlanmayı, sürülmeyi bekleyen izlerdir.

            Toplum, şimdisiyle, geleceği ile köklerinden beslenerek var olur. Köklerinden göklere, geleceğe, yeni açılımlara, yenilenmelere geçebildikçe varlığını sürdürür. Bir ağaçtır kültür, kökünden beslenip göğe uzanan dallarıyla çiçek açar. Sorun gövdedir, bu ağaç benzetmesini sürdürürsek. Gövde, kökleriyle çiçek açacak dalları arasındaki bağlantıyı sağlayacaktır. Gövde, geçmişi geleceğe taşıyacak, kökten göğe köprü olacaktır.

            Kök, yaşanmıştadır. Zaman geçtikçe yaşanmış büyümekte, kök daha derinlere gitmektedir. Yaşanmakta olanın içindeyiz. Ağacın gövdesinde. Yaşanmışla yaşanacak arasında. Bir anlamda üç boyutlu bir süreç içindeyiz: Yaşanmışın köklerinden yaşanmakta olanın gövdesinden yaşanacağın dallarına doğru gidiyoruz. Yaşanmakta olana sıkışan, yaşanacağa, yaşanmışa doğru genişleyip açılamaz.

            Yaşanmışa belleğimizle ulaşabiliriz, birey olarak, tanık olmuşsak yaşanana. (Tanık olduğumuz, yaşadığımız yaşantılar da iz olabilir, onlardaki izi arayabilirsek.) Yaşanmışın izlerini bulabiliriz, doğrudan tanıklığımız yoksa. Yaşadığımız coğrafyada, müzelerde, arkeolojik kazılarda, arşivlerde, törelerimizde, yaşama alışkanlıklarımızda, giyim kuşam, yeme içme âdetlerimizde, dokumalarımızda, danslarımızda, türkü ve şarkılarımızda, destanlarımızda, masallarımızda, oyunlarımızda, inançlarımızda, yazıtlarda… yaşanmışın izlerini bulabiliriz.

            Dil iz taşır. Dil, yaşanmışı, yaşanmakta olanı, yaşanacağı taşır. Zamanı taşır. Yaşamı, onun değerlerle yaşanan hayatı taşır.

            Türkçenin üzerimizde belki çoğumuzun ayırtına varmadığı izleri vardır. Bulup sürmek gerekir, bu kültürü geleceğe olanca zenginliğiyle taşıyacaksak.

            Türkiye Türkçesinde kökle gök arasında “k” ile “g” farklılığı düşündürücüdür. Kaldı ki ülkemizin değişik yörelerinde birçok sözcükte “k”, “g”  dönüşümüne, bir okunuş benzerliğine rastlanır. Kökle gök neden yakındır dilimizde?

            Yalnız Türkiye Türkçesinde mi?  Uygur Türkçesinde “yiltiz” kök, “jultuz” yıldız demek. (Eski Uygurcada “Yultuz”!). “Yiltiz” ve “yultuz” yakınlığı düşündürücü değil mi? Sanki “i” harfi kollarını açıyor, “u” oluyor. Kök kollarını açıyor “yultuz” oluyor, gökte bir varlık, gök varlığı oluyor. (Çok “Hurufi” bir açıklama biliyorum. Düşünsel bir şaka sayın bunu!) Benzer bir durum Özbek Türkçesinde de var: Kök, “ildiz”; yıldız, “yulduz”.

            Yaşanmışın kökü dil üzerinden göğe uzanırken, “kök” ile “gök” yakınlığını, Türkçeyle yaşanmışla yaşanacak arasındaki sıkı dokuyu görebiliyoruz.

            Dil izleri taşıyor. Dil izleri kendisinde bulunduruyor. Sorun bu izleri bulmaktır. İz bulunduran metinlerden izleri izleyebilmek gerek. Düş gücüne, keşif ve icat gücüne gereksinimimiz var.

            İzleri bulmak yetmiyor, izleri sürmek gerek. Divan-ı Lügat-it Türk’ten, Kutadgu Bilig’den, Yunus’tan, Aşık Paşa’nın Garibnâme’sinden örneğin. Son zamanlarda Türk Dil Kurumu Eski Uygur metinlerini yayımlıyor. Budist bir inanç düzeni içinde yazılmış metinlerde Türkçenin önümüze açtığı geniş ufuk içinde gezinip bulabileceğimiz izleri saptayıp elde tutmaya çalışmalıyız. İz güden değil, iz süren olmalıyız. İz gütme, kafamızdaki dünyadan yola çıkarak izi çarpıtıp onu çok önceden saptadığımız hedeflere yönlendirmektir. İzin götürdüğü yere gidebilme cesaretimiz olmalı. İzleri gütmek kötü bir muhafazakârlıktır. İzleri açık izler olarak almalıyız. Onları izlemeliyiz, onlar bizi izlememeli. İzleri kapatıp gütmek, köklerle, gelenekle girişilen kapalı bir ilişkidir. İzi açık uçlu aldığımızda, izin götürdüğü, izin izin verdiği yerlere varırız.

            “İzleme”, Türkiye Türkçesinde seyretme, takip etme, izin ardında gitme anlamlarına geliyor çoğunlukla.  Bu çağrışım, “iz”in izini izlemede dar görüşlülük yaratabilir. İzi izleme tamam ama izin enayisi, tutsağı olma, işte bu olmadı. İzin izlemesine, izin iz olmasına, kendini ortaya koymasına izin vermeliyiz. İzi onu ortadan kaldıracak bir tavırla izlememeliyiz.

            Gönlünüzü izlerin geleceği kapılara, görüneceği pencerelere kapamayınız. Gelen izle gidiniz. Yaşadıklarımız, yaşamakta olduklarımız neyin eseridir, anlayalım ki arkamızda bir eser bırakalım.

                                               Ol ki bâtın ilmüdür kendü gelir

                                               Sini sana komaz ol kendü olur

            Diyor, Âşık Paşa Garibnâme’sinde (9624. beyit) İçimizin bilgisi, iç dünyamızın, kültürümüzün, kök ve göklerimizin bilgisi, iç bilgimizdir. İç bilgi, dünyayı anlamaya yarayacak, düşüncelerin, duyguların, olguların nasıl işlediğine ilişkin bilimin ışığında yoğun çabalarla ulaşılan bilgilerin kılavuzluğunda kendimizi tanıyarak elde edilir. İç bilgi kök bilgisidir. Kök bilgidir. (Tasavvufi anlamda “bâtın ilmü”nü saygıyla ama geniş bir ufukta yorumluyorum. İz bana böyle geliyor!) Yine Âşık Paşa iç bilginin dış bilgi ile bütünlenmesi gerektiğini, köksel var oluşu gerçekleştirenin göksel var oluşu gerçekleştirebileceği konusunda imâda bulunuyor: Kimin içi aydınlık ve temiz ise sonunda görünüşü gül bahçesine döner. Gül bahçesi bir anlamda gök bahçesidir. (9631.beyit)

 

                                               Her kimün kim bâtını rûşen ola

                                               Lâcerem kim zâhiri gülşen ola

            İz yorumcuları, iz yaraştırıcıları, iz yakıştırıcıları izi kökten göğe taşırlar. İzlere can verirler. İzi ekerler geleceğe, iz serperler. İz büyütürler. “İz” sözcüğü yanılmıyorsam en az sekiz Türk lehçesinde “iz”dir. İz geniş bir ufukta demek ki. (Yine bir şaka!)

            İz her yerdedir. Geçmişten gelenle inşâ, yapı kurma, iz süren, iz büyüten, iz yetiştiren, iz bırakanlarla olanaklıdır.

            İzi dar ve kapalı biçimde görenler, her gördükleri izi önceden belirledikleri düşünce, inanç çerçevesinin içine yerleştirirler. Onların izi tükenmiştir. İs olmuştur. Kurum sarmıştır gözlerini, düşünceleri kurumlanmıştır. Belki kof kurumlanmaları da bu yüzdendir. Kurulan artık kurcalanamaz hâle gelince kurum bağlar. Kurumu temizleyecek güçlü ateşlere gerek vardır.

            Türkiye Türkçesinde çoğunlukla Arapça ve Farsça kökenli “iz”i çağrıştıran oldukça çok sözcük vardır.

            “Nişân”dır örneğin, Farsçadan. “Nişâne”dir. Bu hâlimiz neyin nişanesidir, arkadaşlar? Kökle gök arasındaki köprülerimizin çürüklüğünün mü? Oysa nişan nişânden fiili ile ilgili. Dikmek, yerleştirmek, göstermek anlamları var. Eskiler “hâtır-nişan” derlerdi, hâtıra yerleşen, hatırda kalan anlamında.

            Bir şaka daha yapıp “nişân” son eki ile “nişin” son ekini karşılaştıralım. “Nişin” son eki “nişasten” fiili ile ilgili, oturmak demek. “Dil-nişin” gönülde oturan demek. Çocukluğumda İstanbul’da bu adı taşıyan yandan çarklı bir vapur vardı. Nişanden, nişasten bağlantısı nişanın, işaretin yaşadığımız hayatın her yerinde oturduğunu gösteriyor. Nişân-nişin bir dünyadayız. İşaret oturuyor her yerde. Belki de yalnız bizim oralarda. Sizin sokakta işaret oturmuyor mu?  Dilnişin sözcüğündeki “dil”i  Türkçe okursak, dildeki âlemetin ne olduğunu sorabiliriz. Binip kıyamete gittiğimiz âlamet, göğü yitirdiğimiz âlamettir. Ben kendi adıma çocukluğumdaki o yandan çarklı dilnişin vapuruna binip göğü arayacağım.

            İbn-i Arâbî “âyet” sözcüğünü öyle yorumlamıyor muydu? Bütün kâinat âyettir, işârettir, ipucudur, imâdır, izdir gözü açık olana.

            Yol gösterici izler derinliklerimizdeki köklerdedir. Emâre varlığımıza söylenmiştir, emir olunmuştur. Kazak ve Kırgız Türkçesinde “belgi” Tatar Türkçesinde “bilgi”, alâmet, nişân anlamına geliyor. Bilgidir, elbette belirtiler, belgedir. Örneğin Kırgız rozete “töş belgi”(sinemizdeki işaret, döşümüzdeki işaret) diyor.

            Her birimiz birer işaret değil miyiz? Yaşanmışlıklarımızın, yaşamakta olduklarımızın işareti görünmüyor mu, belirmiyor mu yüzlerimizde? Demiyor mu görünüşümüz, şöyle bir geçmişten geliyorum, belki şöyle bir geleceğe gidiyorum diye?

            İz, hayat yapımızın tuğlalarıdır. Bir ülke varlığını devlet eliyle dayattığı öğretisiyle ortaya koyduğu izlerden yola çıkarak sürdürmeye çalışır. İz bulunur. Uydurulur da. Kökü göğe uydurabilirseniz, uyduruğunuz yaşar. Kurgusuz iz sürülmez elbette. Kurgu, kurum bağlamamalı. Geçmişte kalmış kurumlarla kurumlanmak, geçmişte kalmaktır. Kurumun kuruntu yaratması iz ateşinin zayıflığını gösterir. Hem bireyler hem toplumlar yaşadıklarındaki belirtileri, izleri okuyamazlarsa okuyanların  egemenliği altında yaşamaya tutsak olur.                                        

           

13 Şubat 2021, 19:30 | 644 Kez Görüntülendi.

Yazı Detay Reklam Alanı 728x90

TOPLAM 0 YORUM

    Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorum Yapan Sen Ol.

YORUM YAP

Lütfen Gerekli Alanları Doldurunuz. *

*